Batı’nın “İslam içi çatışma” beklentisi ve bu beklentinin gerçeğe dönüşmesi yönündeki faaliyetleri tedirgin edici olsa da bu durum, onların İslam dünyası ve Müslümanlar karşısında yeni çözümler üretmede çaresiz kaldıklarının da itirafıdır. Hakikat de bu yöndedir: On dokuz ve yirminci yüzyıllarda zihin dünyamızı esir alan Batı’nın üstünlüğü fikri buharlaştı. Batı’nın üstünlüğü fikrinin buharlaşmış olmasına karşın, Batı dışındaki dünya için Batı’dan kaynaklanan sorunlar sona ermemiştir. Tam aksine Batı, kendi selameti için neredeyse bütün dünyayı kendisi ile birlikte aşağıya doğru çekmekle meşgul. Bu açıdan Henry Kissinger’in “İslam içi çatışma” beklentisini ciddî bir sorun olarak değerlendirmek gerekir.
Geçmişte Batı, İslam dünyasındaki zihnî bölünmüşlüğü kendi lehine kullanarak hâkimiyetini uzunca bir süre sürdürmeyi başardı. Fakat İslamcıların, zihnî bölünmüşlükten beslenen ikili ve birbirine zıt yapıyı etkisizleştiren ve sosyal tabana geniş ölçekte hareketlilik kazandıran hamlesi karşısında çözüm üretememiş olması da bir vakıadır. İslam içi çatışma beklentisi ve bu yöndeki faaliyetler tam da bu çözüm üretememe durumundan çıkmıştır. Bu durum onları, İslam dünyasında yeni zaaf alanlarını keşfetme ya da oluşturma yönünde bir arayışa sevk etmiştir.
İslam içi çatışma beklentisini fiilî bir durum hâline getirmek için en elverişli ortam secter anlayışı temsil eden grup ve şahısların öne çıkması, “adanmışlık” üzerine bina edilmiş toplulukların umumî zihnî duruma hâkimiyet kurması ile doğmuştur. Bahsedilen grup, şahıs ve topluluklar “Allah’ın (cc) görünmeyen askerleri” olmaktan çıkmış, her türlü müdahalenin nesnesi hâlini almışlardır. Aynı şekilde daha bağlantısız ve kararsız insan tipinin görecelilik şemsiyesi altında kimliksizleşmesi de edilgen alanın genişlemesi bakımından önemsenmelidir.
Türkiye’nin ve İslam dünyasının yeni zaaf alanlarını görmek ve ona göre çözüm arayışına girmek en önemli aşamadır.
İkili ve birbirine zıt yapıyı etkisizleştirme örneğinde olduğu gibi yeni zaaf alanlarını daraltmak İslam dünyasının en önemli meselelerinden biridir. Mevcut birikim ve zihniyet yapısı, Batı’nın beklentilerini boşa çıkaracak düzeyde olmasına rağmen muhtemel çatışma alanlarını daraltmak için yeterli gözükmemektedir. Bu şartlarda yeni bir insan tipi, olumsuzluk üreten gerilimi aşmak bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu, sadece Kissinger’ın beklentisini boşa çıkarmayacaktır, aynı zamanda yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sini bütün çevresiyle birlikte tarihî devamlılık içinde geleceğe taşıyacaktır. Bunun da eğitim sistemi ile alakası inkâr edilemez.
Mevcut eğitim sistemine yönelik genel bir memnuniyetsizlik birçok mahfil tarafından dile getirilmektedir. Bu, haklı bir serzeniştir. Hatta bazen çözüm önerileri dile getiriliyor ki bunlar arasından bazıları dikkate değerdir. İlgili kurumların bu görüşleri ne kadar takip ettiği hakkında bir fikrimiz yok. Örneğin birkaç yıl önce gündeme gelen Osmanlıca öğretimi (eski alfabe ile yazılmış Türkçe metinlerin okunması) konusunda geçici bir formül ile yetinilmesi kalıcı bir çözüme ulaşılamayacağına yönelik kanaatleri pekiştirdi. Yine de en üst makamların müfredatla ilgili arayışlardan bahsetmesi mevcut durumdan duyulan rahatsızlığı gösteriyor. Hâlbuki İmam Hatip ya da sosyal bilimler liselerinin daha ilk sınıfındaki bir öğrenciye birkaç aylık bir zaman diliminde eski alfabe ile okuma öğretimi mümkündür ve bu alandaki devamlılık, elde edilen kazanımı kalıcı hâle getirebilir. Aynı şekilde, bu okullarda Arapça ve Farsçanın erken bir dönemden itibaren öğretilmesi çok önemlidir. Fakat dil öğretiminde mutlaka yeni bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Arapça ve Farsçanın yanında Batı dillerinden birinin öğretilmesi önemlidir. Bazı çevrelerce dile getirildiği gibi klasik Latince ve Yunanca gibi ölü dillerin öğretimi de önemlidir. Aynı şekilde temel eğitimi takip eden yıllardan itibaren yakın coğrafyamızda kullanılan başka dillerin erken bir dönemden itibaren öğretilmesi ciddî bir yenilik olacaktır. Bu türden okullarda sayısal bilimlerin temel mantığı belli düzeyde ders konusu haline getirilebilir. Bu yeniliğin önemsenmesi gerekiyor.
Bütün bir Türkiye’nin ve İslam dünyasının tek bir Batı diline ve tek bir eğitim anlayışına mahkûm edilmesi gönüllü bir teslimiyettir. Bu tespitin açık bir şekilde ifade edilmesinde bir sakınca görmüyorum. Zira mevcut sistem bugünkünden farklı yeni bir insan tipini çıkarmayacaktır.
Dikkat edilirse dile getirilen hususların “skolastik eğitim anlayışı” ile bir yakınlığı bulunmaktadır. Temel amaç da bu olmalıdır. Klasik dönemin eğitim anlayışından faydalanmak önemli bir açılım sağlayabilir. Bunun için dil öğretiminde bugün Türkiye’de öğretilmeme üzerine kurulu bakış açısının terk edilmesi zorunludur. Böylelikle mevcut sistemin secter, bağımlı, adanmış ve göreceliliğin esiri olmuş insanı buharlaşacaktır.
Tanzimat ile sembolleşen çöküş döneminde, yukarıda bahsettiğimiz ikili ve birbirine zıt yapıların belirginleşmesinde eğitim sistemi etkili olmuştu. İlk dönemin korkuları aşıldıktan sonra geliştirilen eğitim kurumları Türkiye’nin ortalamasını temsil etme bakımından önemli bir kazanımdı. Bu kazanımlar dahi zaman zaman baskı altında tutuldu ve işlevine darbe vuruldu. Fakat bugünkü koşullarda Türkiye’nin geleceğe yönelik beklentilerini karşılamak bakımından bu kurumların yeterliliği de rahatlıkla sorgulanabilir. Üstelik ortalamanın temsili, geçmiş yıllarda ciddî bir işleve sahip olduysa da bugünkü ihtiyaçlara cevap üretilmesinde yeterli olmayacaktır.