İşe Yarar Bir Şey Çıkarabilmek

Aslında iyi bir film kotarmak ne de zor bir iş…

İnsana temas eden bir hikâye edineceksiniz ilkin. Hem orijinal olacak veya yeni bazı öğeler barındıracak, hem de izleyenlere tanıdık gelecek üstelik. Oyunculuk sonra. Birincil muhatabınız kimse tam da ona göre belirleyeceksiniz ‘kastınızı’; kastınızın hakkını yedirmeden hem de. Hiçbir şeyin tam manasıyla rayında gitmediği zorlu bir çekim aşaması ve ardından stüdyo süreci… Zikzaklarla örülü sancılı kurgu evresi, müzikler, seslendirme, ses efektleri, renk düzeltme, dağıtım, tanıtım ve nihayetinde beyazperde. Birçok film, aslında bu aşamalardan en az birinin kurbanıdır; sanıldığından çoğu da birkaçının.

Fakat film çekmenin zorluğuna yaslanarak bir film hakkındaki tespitleri törpülemek ne kadar doğru? Veya merhamete yenilerek hak etmemiş bir yapımı övmek? Sonuçta bütün filmler için üç aşağı-beş yukarı benzer zorluklar geçerli değil mi?

Pelin Esmer merceğe aldığım genç yönetmenlerimizden biri. Bir kere sinemanın farklı alanlarında at koşturması hususi bir takdiri hak ediyor: Yapımcı, yönetmen, senarist ve hatta görüntü yönetmeni kendisi. 2012 tarihli ikinci uzun metrajlı filmi Gözetleme Kulesi sahiden şaşırtıcı bir işti meselâ. Bugüne değin kimselerin aklına gelmeyen bir meslek üzerinden insanın kendini hemcinslerinden koparmayı tercih etmesinin temsili izleyicide tuhaf bir kekremsilik bırakmıştı. Bir de bu başarıyı zedeleyen dünyevi tercihlere yenilmeseydi…

Açacağım.

Bir Gece Trendeyken

Hikâye ilk ânda basitlik izlenimi verir. Uzun yıllardır gitmediği doğduğu topraklara trenle giden bir şairenin, trende tanıştığı hemşireyle yolculuk muhabbetleri… Bu kadar basit işte. Ve ancak gözü keskinlerin kavrayabileceği gibi derinlikte de. Fakat o derin kuyuya ‘yabancı maddeler’ atmadığınız müddetçe.

Sahiden de filmin önemli bir bölümü bir gecelik tren yolculuğuna ayrılmakta. Ardından da şairenin 25 yıl sonra bir araya geleceği lise gecesine geçeriz. Onca zamandır değişmeyen tipler, bunca zamandır değiştiğini sanan tipler ve şunca zamandır değişmediğini gizleyemeyen tipler. Nihayet üçüncü ve son perdede, kendini öldürtmeyi kafasına koymuş edebiyatsever yatalak delikanlı.

Mekân, tipler, karakterler, konu, öğeler muhteşem. Fakat film niçin bu öğelere rağmen çok az ihtişam barındırıyor acaba?

Meselâ hiçbir soru sormuyor İşe Yarar Bir Şey; izleyicisine de sordurtmuyor. Kendini öldürtmek isteyen adamın hakiki derdi nedir? Yatağa mahkûmiyet mi? Niçin böyle olsun ki? Çünkü bazı kayıplar insanı hayata daha çok bağlayabilir de. Dolayısıyla film bu tür soruları sormadığı, cevaplarına dair ipuçları da vermediği için, filmin olayını bir gazete haberi hüviyetinde okuyorsunuz ancak. Parası bol, entelektüel ilgileri zengin, imkânı yerinde, çakılı kaldığı yataktan hayatı doğru okuyabilen bu karakterin yine de niçin ölmek istediğini hissedememek ve muhatabına da hissettirememek ne yaman zaaftır?

Mekanik maharetiyle izleyicisinin de soru sormasını engelliyor âdeta. Müstakbel müntehir, şairi, eserleri üzerinden zaten tanımak zorunda mıydı? Asıl tanımadığında daha derin bir meseleye kucak açılamaz mıydı? Es geçilen, sorulmayan onca soru var ki filmi yatağa mahkûm bırakan. Senaryoyu birlikte kaleme alan Cenan Bıçakçı ile Pelin Esmer’i mazur gösterecek tek ihtimal geliyor akla: yaşanmışlık.

Frenkler’den Alkış Koparmak

Oyunculuklar, görüntü yönetimi, mekân seçimi, senaryo ve müzik öğeleri bizi iyi bir filme taşımak için fazlasıyla yeterliydi aslında. Fakat şu yurtdışı festivallerinden bol ödülle dönme takıntısı yok mu? Gözetleme Kulesi’ne ensest kılığında sarkan ve onca güzelliklerine rağmen filmin bütün zaaflarını kabak çiçeği gibi ortalığa saçan takıntı… Hatta buna, filmin en kritik ânında genç kızın hayatının sırrını annesinin yüzüne çaldığı sahnede, kendisini dayısının hamile bıraktığını söylediği o ân bile dâhil. İşte tam da böyle ânlar, bir şeylerin bizimle filmin arasına buzlu bir cam gibi girmesinin zirvesi… İşe Yarar Bir Şey’de de yatalağın evi sahnesi… Filmdeki karakterin yaşadıklarını gereğince anlıyoruz ama o ândaki duygu durumunu paylaşamıyoruz. Sanki yönetmenin baskın duygusuna temas ediyoruz: Frenkler’den alkış koparmak.

Gözetleme Kulesi’ndekine benzer sözünü ettiğim bu kaygıya İşe Yarar Bir Şey’de de rastladığımı üzülerek belirtiyorum. “Dinci hükûmet ötenazi hakkımızı bile elimizden alıyo’ ya.” önermesine sıkışan filmin hareket noktası, beklenildiği gibi filmin bir türlü nitelikli bir düzeye tırmanmasına müsaade etmiyor. Üstelik onca şiir, tren, gece tren yolculuğu, minimal hikâye, kendini öldür(t)me hakkı, öldürme korkusu, tutkular ve ahlâk çatışması gibi nefis temalara rağmen. Gençlik ihtiyaçları, çaresizlik ve yetersizlik üçgeninde sıkışan yeni mezun hemşirenin hayat acemiliğinin iç burkan dramı da, yazık ki tiner cimriliğinin kurbanı.

Özetle inceltilmemişlik… Başka bir ifadeyle İşe Yarar Bir Şey’in en büyük eksikliği, senaryo aşamasındayken, hem olayların, hem de o olaylardan etkilenen karakterlerin üzerinde çalışılırken, gerektiğinden çok az tiner kullanılması.

Muhteşem Zarf, Zayıf Mazruf

Hakkını yememek adına vurgulayalım. Yalnızca orta yaşlı ve yalnız avukat-şair rolünü üstlenen Başak Köklükaya değil, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, yeni mezun ve iş arayan hemşire Öykü Karayel de, yatalak Yiğit Özşener de rolünün hakkını lâyığınca verebilmiş. Görüntü yönetimi de şahane. Filmin içeriğinden çok daha fazla şiire yakınlaştığı öğesi hatta.

Zihnimizi şöyle-böyle tatmin eden hikâye, her nasılsa ruhumuza etki edemiyor. Pelin Esmer’den daha beceriksiz veya daha popülist yönetmenlerin bile zaman zaman başardığı bu şey, onda niçin kalın bir buzlu camla kesintiye uğruyor? Senaryonun yalnızca tasarlanan bir şey olduğu algısı mı? Mühendislik tarafının eksiksizliği, senaryoyu da kusursuz mu gösteriyor acaba? Herkesin kabul edeceği bir biçimde söyleyelim: Bir film bize bir hikâye anlatmaz ki yalnızca. O hikâyeye eşlik eden karakterlerin olaylar süresince, görünür kişiliklerine uygun ve çelişik davranışlarından müteşekkil senfoninin izleyicide uyandırdığı tahassüstür asıl film.

İyi bir şiir vezin ve kafiyeden ibarettir. Ne ki kötü bir şiir de.

Yeniyetmelik döneminde şiirle bir şekilde ilişkiye girmeden edemeyen Türk insanının kahir ekseriyetinin ayırdına varmadığı bir husus var: İster aruzla veya hece vezniyle, isterse serbest vezinle yazılsın, görünürde şiir vezin ve kafiyenin izdivacı iken aslen ahenkli ve teshir edici yeni bir sözdür.

Yurtdışındaki festivallerden ödül üstüne ödül almadan dönmemek gibi küçük hesaplardan kurtulduğunda ve iyi bir senaryonun, ilginç karakterlerin yaşadığı sıradışı şeylerin mekanizmasından ibaret olmadığını (Tıpkı iyi şiirin formülündeki gibi…) kavradığında Pelin Esmer’den şaşırtıcı ürünler görmeyi beklemek umudumu koruyorum.

Bir de bol bol Bergman filmi izlemek, dahası Bergman’ı çokça sevmek kişiyi Bergman filmlerindeki estetikle harmanlanmış derinliğe yaklaştıramayacağını kavradığında.