Sınır (Gräns) filminin kahramanı bir sınır polisi Tina, tuhaf görünüşlü biridir. Hafifleterek ifade ettim ama aslında David Lynch’in 1980’de çektiği Fil Adam’ın (Elephant Man) dişisi. Handiyse.
40 yıl önce sirk maymunu derekesine indirilen ucube bir karakter. Aralarına kabul edilmek için çırpındığı insanların nezdinde korkunç bir varlık.
Öte yandan sormak durumundayız. Çağdaş toplum anlayışında birisine kendisini geçindirecek kadar bir maaş karşılığı bir iş verdiğinizde onu bağrınıza basmış mı sayılıyorsunuz? Hem kim, kimi, niçin ve hangi hakla kabulleniyor?
Doğrusu kolay bir hayat değildir Tina’nınki. Tuhaf görünüşlü, tuhaf mizaçlı ve daha da tuhaf davranışlı Tina’nın asıl tuhaflığı, zahirde değil batında. Tam burada Tolstoy’dan çok Dostoyevski’ye yakışan ifadeyi hatırlamamak kabil mi?: “Huzur ruhun onursuzluğudur.” Yani Tina hiç de onursuz yaşamak isteyecek biri değildir; bütün o menfi ahvaline rağmen hem de. Bitimsiz bir iç huzursuzluktur onunkisi. Ve çaresiz. Çünkü sebepsiz.
Tina için doğa, şehirde ve insanlarla biraradayken bir türlü yakalayamadığı huzurun kaynağıdır. O yüzden de fırsat buldukça yalınayak ormanda yürüyüşe çıkmakta. İnsanların ondan esirgediği yakınlığı doğada ve doğadaki varlıklarında bulmakta.
Belli ki Tina bu yüzden sıradan bir insan olmak istiyor. Ve bu isteğine bir tek babasının yanıbaşındayken kısmen yakınlaşabiliyor.
BİTİMSİZ BİR SIRADANLIK HASRETİ
Yüksek orandaki sezgi kudretine rağmen hemcinsleriyle sağlıklı bir ilişkiye giremeyen, hatta iler-tutar bir iletişim kuramayan Tina, bereket, kendisindeki garipliğin farkına varacak kadar gerçekle irtibatını korumaktadır.
Tina, sıradan insanlardan farklı kimi özelliklere sahiptir. Meselâ son derece isabetli koku alma melekesi. Bir insandan beklenmeyecek miktarda üstelik. Ve bu ‘yeteneğini’ kullanabileceği en iyi işte de çalışmakta zaten.
Bir gün işyerindeyken dış görünüşü kendisine fazlasıyla benzeyen bir erkeği görevi gereği durdurur. Fakat o da ne? Bu sefer yanılmakta mıdır? Evet, ortada yasadışı bir durum yoktur ama yine de ters giden bir şeyler vardır. Üstelik Tina, bu adamdan fena hâlde etkilenmiştir; açıklanamazcasına.
Artık Tina’nın bir gayesi vardır. Yahut takıntısı. Kimdir kendisine ikizi kadar benzeyen bu adam? Ve onu nasıl böylesine teshir edebilmekte?
Öte yandan Tina, Vore üzerinden hayatında ilk kez bir ucubeye bakmayı da deneyimliyor böylelikle; bir nevi kendisine yani.
BEN KİM Kİ!
Ağaç kurtçuklarını sakıncasızca yiyen, başkalarının yargılamalarından, yargılarından azadeymiş gibi yaşayan Vore, Tina’nın aksine insanlaşmayı reddetmekte ve kendi kalmaya gayret etmektedir.
Tina ile Vore arasındaki fiziki yakınlaşma arttıkça cezbe de artar. Sorular da.
Kokusunu doğru değerlendiremediğini düşündüğü yegâne kişinin sırrı nedir? Ve üstelik bu sırrın kendisiyle nasıl bir ilişkisi vardır?
Romanda, hikâyede, sinemada, tiyatroda ve hatta düşüncede ucuz işler, muhataplarına ucuz sorular sordururken bu sorulara, soruların kendisinden bile ucuz cevaplar vererek muhatabını teskin eder. Nitelikli işler ise iyi bir soru sormayı, cevap bulmaya tercih eder. “Ben kimim?” sorusunun garabet sosuna bandırılarak kısmen yabancılaştırılmış bir kimlikte film boyunca her daim sorulması, yalnızca izleyicinin de “Ben kimim?” yahut daha farklı yapıdakilerin bir genelleme üzerinden “Biz kimiz?” veya daha bilindik çeşidiyle “İnsan nedir?” sorgusuna ulaşmaları hedefiyle sınırlı değil.
Hakiki soru şu: İnsanın sınırları nedir?
Ve beraberinde gelen soru: İnsanı sınırlandıran nedir? İyilikte de fenalıkta da sınırlandıran.
“SEN BİR DEVSİN”
Tina yüksek sesle “Ben kimim?” sorusunu sorduğunda dahi aydınlanmadan fersah fersah uzaktadır. Ve huzurdan.
Zaten insan “Ben kimim?” sorusunu, cevabını bulmak ve bu karşılıktan tatmin olmak için değil, her yeni durumda aynı soruyu biteviye sormak için icat etmedi mi?
Yaradılış gayemiz bir anlam arayışından başka nedir ki? Ve o anlamı keşfettikten sonra mümkün mertebe o doğrultuda yaşama niyetinden başka?
Tina’nın sorgusundan muhataba düşen pay şu: Bizi hayvandan üstün kılan hususiyetlerimizden vazgeçip hayvanileştikçe madden ve manen neye evriliyoruz? Ve hangi dürtülerimizden vazgeçtikçe insanlaşıyoruz?
İnsanlaşmanın bedeliyse herkes için büyük: biteviye yalnızlık.
SÜBYANCILIK: İNSANIN SINIRI
Film esas sihrini, klâsik tiyatrodaki gibi üçüncü perdeye saklar. Bahsettiğim sihir, atılan kancaların ilgili yerlerine bağlanması ve çetrefilleştirilen düğümlerin ilmik ilmik çözülmesiyle sınırlı değil. Katman katman kurulan çokanlamlılığın artması ve derinliğin gittikçe koyulaşması.
Tina artık en zor yerdedir: arafta. Cahillere göre araf, cehenneme nispetle tercih edilesidir. Bilmezler ki arafın azabı, cehennemin azabından beterdir. Çünkü hissidir; bedeni değil. Ve çünkü kendisinden aşağıya bakıp da ibret alıp ferahlamak yerine, gözünü her daim bulunduğu konumun yukarısına dikip işgal ettiği mevkiin beraberinde getirdiği mahrumiyetlere bakarak azap çeken varlığa insan denir.
İRANLI YÖNETMENDEN
İSVEÇÇE FİLM
İsveç ve Danimarka ortak yapımı Sınır, İsveççe çekilmiş. Çekense bir İranlı: Ali Abbasi. O ândaki sahneyi köpürten değil, alttan alta ve perde arkasından yönlendiren müziklerin sahibi ise Christoffer Berg ve Martin Dirkov.
Yönetmen ve oyuncular kadar inandırıcılıktan ve etkileyicilikten taviz verdirmeyen makyaj da hususen takdir edilesi.
Fakat filmin, üstelik henüz işin başındayken bile muhatabına ilk ters köşesi, öyle kolaycana tasnif edilemeyecek tür yapısından kaynaklanmakta. Film “Hollywood dışı sinema anlayışlarıyla Hollywood’un formülasyonu şaşmayan klişelere dayanan anlatımı harmanlansa ortaya nasıl bir sonuç çıkar?” sorusunun ideal timsali.
Ve pek az film bir cümle söyler bize. Sınır’ınki: “Kötü olmayı doğru bulmuyorum!”