İnsan ve izi

İnsan iz bırakmak isteyen bir varlık.

Kimi düzayak, doğuştan getirdiği dürtüyle, üreyerek tatmin yollarını arar bu isteğinin, kimi yüzlerce yıl kalacak bir eser üzerinden. Kimileriyse o eseri verecek kişilere arka çıkarak, imkân tanıyarak. Bütün bir kültür tarihi, iz bırakma isteğini bilim, felsefe ve sanat sahalarında bir şeyler yapmak gayesiyle yanıp tutuşan kişilere gerekli ortamı temin eden imkân sahiplerinin kalıcılık istekleri üzerine kurulu.

Şüphesiz dünyanın en kötü örneklerini teşkil eden bizim tarih dersi kitaplarımızda dahi geçmişteki bir figürden bahsederken, eylediği cengâverlikler ve bıraktığı eserler kadar, varsa bilim, sanat ve düşünce adamlarını koruyup kollamaları da zikredilir.

Hayır talebinin iyilere mahsus olduğunu zannederken fena hâlde yanılırız. Tersine, herkes hayır işleyebilir. Müttaki bir mümin kadar sinsi bir münafık da hayır işine girişebilir. Üstelik iyilik üzerinden iz bırakmak arzusu dinler üstü bir meyil. Çünkü insanın hasletlerinden biri de bu: İyi bir insan olmak yerine iyi bir insan bilinmek.

Ölüp gittikten sonra bile hayırla yâd edilmek için başvurulan böylesi iz bırakma girişimlerinin, madde plânında muzaffermiş gibi görünse bile mâna âleminde bir kıymet arz etmesi muhalken insan niçin böyle bir teşebbüste bulunur acaba? Şimdilerde zalim, hain, alçak, şerefsiz, hakkaniyetsiz bir idarecinin, gelecekte adının hayırla anılmasını temin maksadıyla kalıcılık iddiası barındıran bir iz bırakması şart. Tarih önünde bir nevi aklanma eylemi.

Bazen bir siyaset anlayışı, bazen bir hükûmet tarzı, bazen de düpedüz yapılıp edilenler de bırakılan ize dâhil. Daha ötesi, kişinin kendisinin ve yanı başındaki üç-beş kişinin dışındaki herkese şer gelen bir iş, bir eylem, bir tavır, bir eda; kişiye hayır gelebilmekte. Timur da, Stalin de, Robespierre de, Neron da, Haccac da, Hitler de mübarek bir iş üzere yürüdüğü inancındaydı. Mübarek bir işin bırakacağı mübarek bir iz.

Kendi yakın tarihimiz bile nice hayır niyetiyle girişilmiş şerle örülü değil mi?

Heykelini diktirmek, galiba kalıcılık iddialarının en şedidi. Resim daha bir kabul edilebilir.

İz bırakmak… Kalmak… Zamanın tozları tarafından örtülmemek. Yahut mümkün mertebe daha geç örtülmek.

Bir zamanlar ancak asilzadelerin, günlerce poz vermek meşakkatine tahammül etmek gibi maddi ve manevi fedakârlıklar sonrasında ancak ulaşabildiği suretini kendinden sonraya bırakmak; unutulmamak, toprağa konduktan sonra da yaşamak arzusunu yerine getirebilmek imkânı, fotoğrafın icadından sonra, küçük bir bedel karşılığında sıradan insanların bile şipşak ulaşabildiği bir niteliğe büründü.

Yüz küsur yıldır fotoğraf makinesini gören herkesin, birden kendisine çekidüzen vermesini, kendisinin ben idraki doğrultusunda pozlara bürünmesini hoş görmek gerek. Ölümsüzlük herkesin hakkı çünkü. Özellikle de modern zamanlarda.

(Kur’an’ı Kerim’de sıklıkla geçen ilâhlaşma mevzuunu bir tek idarecilere teşmil etmek anlayışını gözden geçirmenin vakti gelmedi mi acaba?)

Günümüz şartlarında cep telefonuyla birlikte her insan, her ânını ölümsüzleştirme fırsatına kavuştu. Çoğunluk da tepe tepe kullanmakta bu imkânı. Cılkını çıkardığını fark etmeksizin. Serapa izden müteşekkil bir zeminde tekrar tekrar iz bırakmak gayretinin, ancak bütün izlerini yok etmeye yarayacağını sıradan insanların anlamasını beklemek haksızlık tabii ki.

Öte yandan bütün iz bırakma yöntemlerini tecrübe etmiş, ne ki bir ömür başaramamış kişiler ne yapar? Doğuştan getirdikleri ve içlerinden bir türlü atamadıkları o kalıcılık iddialarından mı vazgeçerler? Asla! Bu durumdaki insanların yapacağı yegâne şey, kendi izinin, öteki izlerin arasında seçilemeyeceği ama ortak bir ize dönüşebildiği kalabalık yolları tercih etmek. Kendi izini öteki izlerin içinde eriterek ölümsüzleştirmek.

Kalıcılık tutkusunun, iz bırakmak arzusunun veya kolaylıkla dönüşebileceği tanrılık meylinin tatmin yolları, elbette bu saydıklarımdan ibaret değil. Ölçüsüz zenginleşme meyli, iktidar hırsı, biriktirme, hatta bilumum edinme isteği gibi nice kılıkta ve kıyafette insanı teshir edebildiği vaki. Ve hatta bazen dava adamlığı.

Yine de kabul etmek durumundayız: Pek az insan iz bırakmanın meşakkatine katlanmayı göze alır. Çoğu insan darda kaldığında, hayat gailelerini bahane ederek iz bırakma mükellefiyetini başkalarına, meselâ aile büyüklerine, kabilenin ileri gelenlerine, içinde bulunduğu toplumun önderlerine filân havale eder. Bunu beceremeyenlerin bazıları ise çok daha tehlikeli bir yol seçer ve iz bırakmak ‘yükünü’, aynen evlâdına aktarır; tıpkı bir miras gibi. Lânetli bir miras bu elbet.

İzini bir tek kendileri görenler…

İzini görünür kılmak için gösterdiği gayreti, bırakacağı izin kendisi için göstermediğinin farkına varmayanlar…

İzi fark edilsin diye gece-gündüz cami duvarına işeyenler…

Bıraktığı bir arpa boyu izin dünyanın çevresini binlerce kez dolaştığını iddia edenler…

Kendi izinin at izine karıştığını göremeyenler… Duyduğu sesleri her şeye benzetip havlama sesine benzetmeyenler.

Ve elbette bıraktığı izi gayrının nazarından gizlemek için hâd safhada titizlenenler.

Hâlbuki iz bırakmanın yegâne yolu çile…

Çile çekmek yerine çilekeşliği taklit etmek.

İz bırakmak kadar iz sürmek de var. Bizim handiyse külliyen unuttuğumuz. En çok da bütün veçheleriyle muhafazakârların.

Şu ayrım şart: Kitleyi teşkil eden sıradan insanların zıddına, birinin izinden gittiği zannedilenlerden, birinin izinden gitmek mükellefiyeti günümüzde sanki sakıt olmuş durumda. Farkında mısınız, güya 15 asırlık bir geleneğin takipçisi olduklarını iddia eden kimi tarikatların ülkemizdeki versiyonlarının handiyse hepsinin başlarındaki kişiler, Cumhuriyet Dönemi’nde iz sürmek yerine tarihi kendilerinden başlatmayı tercih etmekte.

Ne ki insanın bıraktığı izle sümüklüböceğinkinin arasında bir fark aramak hakkımız. Aksi taktirde bu ikisi arasındaki varsaydığımız öteki farklar da boşa çıkar.

Belki de sorumluluk sahibi hüviyetiyle kendimize daha sık sormamız gereken bir soru şu: Şimdiye kadar ne iz bıraktım? Bundan sonra ne iz bırakacağım?

Biraz daha genelleştirerek soralım: Yüzyıllar sonra Cumhuriyet Dönemi Türkiye’si geriye NE iz bırakacak acaba?

Hiçbir iz bırakamayacak bir yüzyılda yaşadığımızın ne kadar farkındayız acaba? Bu rahatlığımız ondan.