İnsan tanrı doğar.
Hayır, doğru okudunuz; tashih yok. Bir kere daha: İnsan tanrı doğar. Hele hele modern insan!
Doğrusunu söylemek gerekirse klâsik anlayıştaki insan ile modern ve sonrası anlayışlardaki insan arasında tanrılık vasıflarıyla donanmışlık kabulü bakımından pek bir fark yok. Çünkü tanrılık yanılgısı, insana mahsus bir durum.
Peki tanrılık iddiası bakımından zamanımızın insanı ile öncekilerin arasındaki fark nerede? Bu kabulü sorgulayabilme ihtimalinde. Başka bir ifadeyle klâsik anlayış(lar)daki insan, dünyanın neresinde, ne vakit ve hangi inanç toplumunda dünyaya gelirse gelsin, ergenliğinden itibaren şu yahut bu olgunluk düzeyinde bir kişiliği de şöyle yahut böyle edinir. Dünyaya o gözle baktığı için rahat eder. Bu nazari kabulün ameliye tarafında cereyan eden farklılıkları da hesaba katarak söylersek, çoğu kişi ergenlikte, verili ahlâk anlayışı doğrultusunda, bir nevi konfeksiyon kişiliği(ni) zevkle ve benimseyerek kuşanır. Handiyse bir daha sormadan, yani benliğini kuşatmış bu kişilik kıyafetini bir kezcik bile değiştirmek için çıkarma ihtiyacı hissetmeden tamamlar ömrünü. İşin tuhafı, zannedileceğinin tersine bu hazır ben idrakleri, burun kıvırmayı gerektirecek kadar sallapatilik de barındırmaz üstelik. Hatta insanı bu vahimler vahimi iddiasından uzaklaştırabilecek hayli imkânlar barındırır.
Modern insan öyle mi ya! Çoğunlukla bedenine hazır giyim ürünü giydirmek zorunda bırakılan bu varlık, bir türlü ömür boyu ruhuna giydirebileceği bir kisve bulamaz. Mahrumiyetini ise hâlinin zıddına inanarak örtmeye gayret eder. İşte o yüzden kasabalar ve en çok da şehirler 300 küsur yıldır tanrıcıklardan geçilmiyor.
Başka bir ifadeyle insan, insan doğmaz.
Ve insan ölmez.
İnsan diye tavsif edilen varlığın bütününe yakını, kendini öteki varlık katmanlarından ayırmak için hiçbir zihni gayret gütmeye gereksinmeden, menfaatini gözetme dürtüsü içerisinde yaşar gider. Yani geldiği gibi yaşar; hiçbir şey kazanmadan, geldiği gibi gider. Yine de insanın bu dünyadaki vazifesi açık: insan olmak!
“İnsan olmaya geldim.”
Bir duvar yazısı bu. Şehrin farklı yerlerinde, en beklenmedik ânlarda karşınıza çıkabilecek bir duvar yazısı. Bataklıkta bitmiş bir gonca sanki; sahici fikrin, aparılmamış yeniliğin, düzey barındıran sahiciliğin kuraklığının ardından gelme bir bataklıkta her nasılsa doğabilmiş bir idrak goncası…
Hakikaten tuhaflıklar diyarında yaşıyoruz. Kimileyin en seçkin kabul ettiklerimizin dilinden dökülen sığlık abidesi cümlelerle karşılaşıyoruz; kimileyinse Everest zirvesi ölçeğinde bir idrak kudreti barındıran bir cümleye bir duvar yazısında rastlayabiliyoruz.
Şimdi bu sıradan görünümlü cümlenin içinde barındırdığı kabullerin birkaçına gözatalım:
– İnsan denen canlı, zannedildiğinin aksine, insan doğmaz. İnsanlık doğuştan getirilen değil, sonradan edinilen bir vasıftır.
– Kendisine insan denilen herkes, kendisinin bizzat insan olduğunu zannetmemeli. Tersine, insanlaşmaya gayret etmeli.
– Her ne kadar insanlık, ‘olunan’ bir şey ise de bu oluşun sonu yok. Oldukça olursunuz.
– Belki de insanın hemcinsine edebileceği en büyük zulüm, yaygın kabule uyarak, insan denilen varlık kategorisine giren her canlıyı insan(laşmış) kabul etmek ve henüz insanlaşmamışlardan hareketle insan hakkında menfi kanaatler taşımayı sürdürmek.
– İnsan tanrı doğar; insan ölür. İnsanın yegâne şerefi de bu zannını aşabilmesinde.
– Ve galiba en önemlisi, insan olmak demek, insan ölmek demek. Malûm ömrü hayatı boyunca örnek gösterilen insanca bir yaşantının ardından, ölürken gayriinsaniliği günyüzüne çıkmış nice insanın varlığına tanıklık etmişsinizdir.
– Batı zihninin merkezi kabullerinden biri, tanrının kâinatı yarattıktan sonra mahlûkatıyla bizzat ilgilenmektense kürsüsüne oturup olup-biteni seyrettiği inancı. Yalnızca incelmiş kimi İslâmi kabullere göre ise kevn ve adem, her ân tekrar tekrar yaşanmakta. Adem ile kevnin birbirinin takip hızının doğurduğu süreklilik yanılgısına varlık diyoruz. Benzer bir tarzda insanlık mahiyeti de bir kere kazanıldıktan sonra bir daha elden çıkarılamayan bir hususiyet değil; kısmen kazanılabilen, ardından kazanılanın tekrar tekrar kaybedilebileceği, bereket yeniden kazanılabileceği bir durum.
– Bir kere kazanıldıktan sonra bir daha kaybetmemeniz mümkün olmadığı gibi, defalarca kaybettiğinizde dahi insan vasfını tekrar kazanmanız muhtemel.
İyi de insan, nasıl insan olur? Bu soruya verilecek karşılıklar, elbette şaşırtıcı miktarda çeşitlenmekte ve kişinin kabullerine, inançlarına; eğitim türüne ve düzeyine, kısaca içinde yaşadığı çevrenin sayısız şartlarına göre değişmekte. Aslında meselenin bu tarafı, konuştuğumuz cihetine göre pek de mühim değil. Bu minvaldeki bütün niyetler, hedefler veya iddialar, bir şekilde ahlâk sadedinde değerlendirilebilecek türden. Öte yandan, meselenin insanın mahiyeti veçhesi elbette merkezi ehemmiyette. Kişinin kendisi hakkındaki, bırakalım şahsen farkedebileceği ve üzerinde fikir yürütebileceği bilinç düzeyindeki izlenimlerini, ancak kritik ânlarda ve beklenmedik tetikleyici etmenlerin ortaya çıktığı durumlarda kendisini belli ettiren, o yüzden de yakınındakilerin bile farkedemeyeceği kadar derinlerdeki kabullerini tespit edebilmesi, insanın kendini bilmesi bakımından esas mahiyetinde.
Dünyaya ahenk merkezli bakan anlayışlara göre sorulan bütün sorulara verilen, farklılık arzettiklerinde bile birbirleriyle esastan çelişmeyen her karşılık, gizli veya aleni aslen tek bir esasa tekabül eder: “Ben kimim? Burası neresi? Niçin buradayım?” sorularının iç tutarlılığı. Klâsik dönem bu. Modern ise bu iç tutarlılığın bozulduğu, akabinde bozulduğunun bile hesaba katılmadığı dönem. Başka bir ifadeyle kişinin dünyaya tanrı vasfıyla geldiğinde bile insan kimliğiyle gitmesi muhtemel döneme klâsik, tanrı vasfıyla gelip bu vasfını pekiştirerek gittiği döneme ise modern demekteyiz. Yahut modern sonrası.
Dolayısıyla insan olmak derken, bebeklik, çocukluk, yeniyetmelik, ilkgençlik, gençlik, olgunluk ve yaşlılık gibi vakti gelince kuşanılan sıfatlardan değil, başka bir evrilmeden sözettiğimiz açık. İster fizik bakışıyla varlıkları tasnif edişte, isterse melek ve cin gibi görünmeyen varlıkları kabullenen metafizik bakışla kâinatı anlamlandıralım, eşrefi mahlûkatlık bir hazırlopluğu değil, bir ihtimaliyeti içinde barındırmakta.
Derinin derinine gizlenmiş tanrılık iddialarını kazıyıp insanlaşanlara ne mutlu.