İnsan niçin maziye hasret kalır?

Geçmişi gelecek kadar öncelemesek bile şimdiden hep daha çok özleriz. Şarkıların çoğu mazide kalan o güzel günler içindir. Sanat müziği tarihinin handiyse bütün örneklerinde olaylar geçmişte yaşanmıştır. Ve bize o yaşananların izi kalmaktadır hep; paylaşsak da, sahip çıkmasak da: sevgiliyle birlikte gezip tozmalar, küçük kaçamaklar, kıskandırmalar, kaybetme korkuları ve ardından gelen o bütün yeniden kavuşma oyunları…

Romanlar daha da fena. Handiyse her roman, her hikâye, anlatımı gereği cümle başka bir kalıpta bittiğinde bile kendisini hissettiren o -di’li geçmiş zaman kipi… Sadece Geçmiş Zamanın Peşinde gibi bir devasa eseri ansak kâfi. Geçmişin peşinde, geleceğinkinden her daim daha fazla koşuştururuz.

Hem klâsik anlatılarda, hem de modern ve sonrası dönemlerde o bitmek tükenmek bilmeyen olup-bitenleri sayıp dökme mecburiyeti…

Tiyatroda bambaşka bir yanılsama vardır. Tarih boyunca bütün meslekten insanların, kendilerine mahsus o sihri muhafaza etmek gayesiyle yok saymaya meylettiği, eleştiri okları tiyatroya yöneltildiğinde de ilk hedef alınan husus: tiyatroda bütün olup-bitenler aslında geçmişte yaşandığı hâlde, izleyici üzerinde karakterlerin o olayları şimdi, şu ânda ve burada yaşadığı ve yaşamaya devam ettiği şeklindeki yanılsaması. Geçmiş ile şimdi arasındaki farkın ortadan kaldırıldığı, dolayısıyla da gerçeklik algısının ciddi biçimde hasara uğratıldığı bu etki, elbette sandığımızdan çok daha fazla ciddiye alınması gereken bir gözbağcılığı… O yüzden de klâsik tiyatronun bu hilesinden kaçmak için bütün o namuslu tiyatrocular, yüz yıldır artık seyircinin karşısına bu hileyle çıkmamak için gayret sarf ediyor. Modern tiyatro dediğimiz şeyden söz ediyorum elbette. Hani bu topraklarda hâlen daha adı-sanı gelmemiş gibi davranılan. Yine başka bir illüzyon numarasıyla, modern tiyatro deneyimini yaşamadan, postmodern tiyatro anlayışlarına ışınlandığımız süreçten söz ediyorum.

Peki ya sinema? Sanat müziğiyle de, nitelikli tiyatroyla da, ciddi edebiyatla da ilgilenecek bir önhazırlığa tahammülü olmayan kitleleri bekleyen yegâne seçenek durumundaki sinemada işler nasıl dersiniz? İnsanoğlunun bugüne kadar ürettiği meramı ifade yolları arasında geçmişi en çok suistimal edeni sinemadır dense yeri. Neredeyse her film, bizi geçmişe götürür. Elbette flashback’leri kastetmiyorum; filmlerin geçmiş yüceltmelerinin zaruriyetine işaret etmekle yetinmek istiyorum.

Sanat sineması mı demiştiniz? Nostalghia diyorum ve devam ediyorum.

Geçmişi yüceltmek meyli yalnızca edebiyat veya sanata mı mahsus? Ne gezer! Hatta diyebiliriz ki sanat ve edebiyattaki geçmişe saplantılı meyil, suistimal sınırına dayandığı noktaya kadar rahat bir şekilde anlayışla karşılayabileceğimiz, insani bir tercih. İnsanın, insanlığından kaynaklanan bir yönelim. İşin asıl sıkıntılı, hatta sakıncalı tarafı, geçmişin siyasi emellerle yüceltilmesi durumu. Ne mi demek istiyorum? Hani tarih bilgilerinin çarpıtılıp aralarından maksada en uygun olanlarını seçip ayıkladıktan sonra, zihinde inşa edilen ve elbette hakikatten farklı bir geçmiş algısıyla şimdiyi yönetmeye kalkma isteği diye özetleyebileceğimiz, çağdaş zamanların en tehlikeli hissiyatı, milliyetçilik anlayışları… Yanlış yazmadım. Hayır. Çünkü milliyetçilik, bize kabul ettirildiği gibi bir düşünce değil, hissiyattır.

Bir de işin ruhiyatı var. Adını anmakla yetinelim: nostalji. Bizdeki adıyla daüssıla.

Meselenin bir de inanç boyutu var tabii ki. Her dinin değil yalnızca, her siyasi düşüncenin bir asrı saadeti var: bütün hayırlar geçmişte yaşandı bitti hissiyatına yaslanan güçlü bir geçmiş yatırımı.

 

 

 

 

 

Yine de maziden hareketle bir istikbal tasavvur etme imkânına her daim sahip olmanın o engellenemez huzuruna kavuşmayı hakkımız sayarız.

Geçmişe büyük bir sevgi besleriz çünkü biz, aslında oradayız. Bu bakış açısına göre şimdi ne yaptığımız önemli değildir. Geleceğin ne getireceğini kestiremeyiz. Falcılara dünyanın parasını akıtsak bile aslında elimize geçen sadece birkaç isabetsiz tahmin, birkaç yuvarlak lâf. Yine de ne kadar isteriz geleceğimizi keşfetmeyi.

Öte yandan, geleceğimizin keşfinin yolunun geçmişimizi yeniden inşaından geçtiğine dair bir saplantılı sezgiye de sahibiz. Çünkü geçmiş, üzerinde pösteki sayma imkânı sunar bize. Didikleme hakkı. Varsayma, yok sayma ve hatta yaratma. Fakat şimdi, bütün katılığıyla buradadır; gelecekse fantastik düşler kurabileceğimiz kadar uzakta.

Bu açıdan baktığımızda reenkarnasyon, yeterince yeniden inşa edecek vakit bulamadığımız geçmişimizi aklamak için bize tanınan süre zannı diye anlamak gerek. İnsani bir meyil: Geçmişi aklamak için hâlâ vaktin var!

Neredeyse her insan için geçerli bir durum: Geçmişin en yüce, en anlı-şanlı, en keyifli, en güzel, en mutlu dönemi (Sizi daha bir mutlu edecekse bu ennn’leri dilediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.) çocukluk dönemidir. Sahiden de öyle mi?

Bir düşünelim, aslında çocukluk dönemi demek, insanın en zayıf, en yoksun kaldığı dönem. Sizden çok daha kocaman, dolayısıyla sizi aslında içten içe ürküten yetişkinlerin istekleriyle her daim müdahaleye maruz bırakılıyorsunuz. Ne yapsanız yanlış, ne etseniz kusurlu, eksik, gedik, sakıncalı… Hep büyüklerin dediği olmak zorunda. Onlar bir şeyi nasıl istiyorsa öyle yapmadığınızda, yapamadığınızda, azıcık eksik yapmak durumunda kaldığında gelsin envai çeşit cezalar, tehditler, korkutmalar, yıldırmalar… Ve belki de daha ötesi.

Rahat yoktur size çocukken. Her daim tarassut altındasınız. Doğru, bu gözlemler sizi kaza ve belâlardan korumak için. Doğru ama tıpkı büyük şehirlerin işlek caddelerindeki kameraların yaptığı gibi aslında aynı zamanda özgürlüğünüz kısıtlanmakta da.

Sadece bu kadar mı? Uçan bir kuştan, çalan bir kornadan ürkersiniz. Annenizin sizi unutmasından. Daha da fenası annenizi kalabalığın ortasında kaybetmekten. Kaybolmaktan! Yani korunmasız, birbaşına kalmaktan.

Daha ilginci, yalnızca olanlardan değil, olmayanlardan da korkarız çocukken. Yalnızca inlerden, cinlerden, perilerden veya Amerikan kültürün bütün dünyaya yaymayı başardığı şekeradamlardan falan.

Peki, şimdi tekrar soralım? Ulaşılabilecek, dolayısıyla değiştirilebilecek yahut müdahale edilebilecek yegâne seçenek durumundaki şimdi varken, insan niçin maziye bunca gömülür? Onu yüceltmek için çarpıtmalarla, yoksaymalarla, yeniden üretmelerle, ekleme ve çıkarmalarla dolu onca gayrete girer?

Çünkü geçmiş, gelecek ve şimdiden farklı olarak, müdahalemize açıktır. Üzerinde dilediğimiz değişikliği yapma imkânına sahibiz. Hatta hakkına. Çünkü o, bir başkasının değil, bizim geçmişimizdir. Bizim olan üzerinde dilediğimiz tasarruf hakkına malik değil miyiz ki? Ne diye onu, bize kendimizi daha iyi hissettirecek tarzda yeniden kurgulamayalım ki? Bu bizi mutlu edecekse üstelik!

Peki ya şimdi? Görmüyor musunuz, o ne kadar katı. Tıpkı ebeveyn gibi, her daim onun dediği oluyor. Ama geçmiş öyle mi? O bize tabi… Hayalimize, tasavvurumuza… Geçmişte kalan, yaşanırken bizi mutlu etmeyen şeyler, birkaç ufak-tefek değişiklikle şimdi bizi niçin mutlu etmesin ki? Hem bu müdahalenin hiç kimseye zararı yoksa. Hem yalnızca şimdiyi değil, geleceği de daha bir güzelleştirecekse.

“Mazi kalbimde bir yaradır.” durumu mu? Belki o da bir başka yazının mevzuu.