Rahatlıkla hakkında menfaatine en düşkün yaratık diyebileceğimiz insan, niçin bile-isteye menfi şeylerin de peşinde koşar ve meselâ kendisine en iyi ihtimalle huzursuzluk vereceği kesin bir şeyi, korkmayı, ürkmeyi ve gerilmeyi yaşamak için karanlık bir salona koşa koşa gider? Başka onca makul ve keyiflendirici, bazen hüzünlendirici birçok seçenek varken insan niçin bir korku filmini korkusuzca tercih eder? Bu tercihte nedir kendisini cezbeden şey?
Çevresinden çok bizzat kendisine cesaretini ispat gayesi gibi seçeneklerin üzerinde elbette uzun uzadıya durmadan belirtelim: Korku caziptir çünkü insan korktuğunda hayatın kıymetini idrake yakın düşer. O bütün fena şeylere rağmen nefes almak, yani ölümden uzak durmak, ölümün nefesinin ulaşamayacağı yerde bulunmak, hiç de yabana atılır bir kazanım değildir böyle durumlarda. Evet, ölüm korkusunun en iyi ilâcı, ölümüne korkmak.
Aslında her insan macera yaşama duygusunu kuşanarak doğar. Ne ki çoğu insan, bu arada özellikle de çağdaş insan, macera duygusunun cazibesini arttıran korku öğelerini kendi hayatında bir kezcik olsun deneyimleyemeden bu dünyadan göçüp gitmek durumunda kalır. Hâlbuki korku filmleri izleyicisini, izlediği karakterin üzerinden ölümle burun buruna gelmenin heyecanını kısmen tattırabilir. Zaten çağdaş insan da en iyi durumda bile kısmenle idare etmek mecburiyetinde bırakılmışlığını bastırma gayretindeki kişi demek değil mi?
Korku bizi ilkelliğimize taşır; ilk hâlimize. Yetersizliğimize. Küçüklüğümüze. Güçsüzlüğümüze. Korunmaya muhtaçlığımıza. Peki ya o korunmaya muhtaçlık içerisinde kıvranırken bizi koruyacak birileri çıkmazsa? Yahut geçmişte de zaten çıkmamışsa?
Demek ki şu soruyu sormak hakkımız: Korkmayı istemek, aslında biraz da hiçbir vakit o günkü hâlimizle bir daha yaşayamayacağımız o başlangıç dönemlerimize dönmek, bu dünyaya indirilişimizle başlayan maceramızın kaynağına, acemice bir kulaç atma girişimi… İmkânsızı mümkün penceresinden sarkarak yakalama arzusu…
İyi de birçok insanın korku filmlerinden hazzetmemesini nasıl açıklayacağız öyleyse?
İlk akla gelen, korku filmlerindeki o bıktırıcı korkutma trüklerinin bezginliği ise kuşkusuz ikincisi, çok gerilerde kalmış, bebekliğin ve çocukluğun korkunç travmalarını hatırlatıcı etkisinden kaçınmak arzusu. Yerinde bir arzu elbette ama yine de şu ünlü kafasını kuma gömen devekuşu görüntüsü sizin de gözünüzün önünde canlanmadı mı?
Zihnini görünür gerçekliğin sınırlarına hapsetmeyen birisi aslında bir sinema salonunu olanca devasalığına rağmen, hayalinde pekâla ana rahmine dönüştürülebilir; kendisinin ta o en eski karanlık evresine. Tıpkı insanoğlunun karanlık çağları hakkında pek fazla bir şey bilmediğimiz gibi, günümüzde herhangi bir insan, kendi çocukluk dönemine dair de pek az şey bilir. Çoğu ana-babasının sonradan anlattıklarıyla yoğrulmuş, başka tanıklıklarca örselenmiş, en çok da hayal gücü tarafından istenildiği gibi yeniden üretilmiş o evre, kişiliğin teşekküle başladığı ceninlik, bebeklik ve ardından gelen çocukluk dönemleri, aslında insanın yalnızca kendisini en zayıf hissettiği dönemler değil, aynı zamanda korkuyu en çok tecrübe ettiği, en travmatik dönemleri de.
Düşünsenize, kapı tıkırdayınca kimseyi beklemeyen annenin tedirginliğini aynen hisseden, üstelik bu tedirginliğe anne kadar olsun bir anlam veremeyen zifiri karanlıktaki cenin, böylesi bir anafora nasıl tahammül edebilsin!
Susayan anneyle birlikte susamaya mahkûm bir cenin, annenin susamışlığını kimbilir nasıl bir yok olma korkusuna dönüştürmekte? Bir de gecenin ilerleyen saatlerinde eve gelen babanın bu gelişini hayra yoramayan annenin hissettiklerini, kocasının kendisi için yabancılardan bile daha tehlikeli hissettiği o ânı, annesinin karnındaki bebeğin nasıl içselleştirdiğini gözümüzün önünde canlandırmayı denediğinizde o küçücük yüreğinin nasıl da ağzına geligeliverdiğini lâyığınca tasavvur edebiliyor musunuz?
Demek ki korku, pınarın kaynağını tadıp ardından da akarsuyun denize, başka bir ifadeyle farklı bir yaşantıya karıştığı evresine bir kısmi hazırlık. Unutmamak gerekir ki sinemanın öncesinde onun işlevini gören anlatılarda; romanlarda, destanlarda, halk hikâyelerinde, masal ve mesellerde de korkutucu yaratıklar, kesitler, dünyalar, eşyalar, olgular ve olaylar hakim öğelerden.
İnsan korkmadan edemeyen bir varlık.
Korkmak, o en korkulasıya hazırlık da demek biraz: ölüme! Şimdi burada sinema salonunun köşesini-bucağını, bir kabre dönüşünceye değin hayalinizde bir kez daha esnetiverin lütfen.
Anne karnı, sinema salonu ve kabir… Ve korku.
Demek ki korku bizi anne karnından alıp mezara taşıyan bir kayık. Korkmak, hem ilk hâlimize, hem de aynı zamanda son hâlimize sarkabilme imkânı sunan bir aralık. Olanca imkân ihtişamına rağmen insanın acziyet sefaletini dolayımlayarak deneyimleyebilmesinin seyrek imkânlarından biri.
Öte yandan insan korkunca, olağan hâlinin dışına çıkar; çoğun üstüne. Değer bakımından bir tırmanıştır bu demek istemedim. Korkan kişi yüceleşmez elbette; tersine, çoğun korkusu onu cüceleştirebilir hatta. Yine de korktuğumuzda kanımızın deveranı değişir, bedeninin ölçülebilir bütün değerleri, kan, nabız, hormon, adrenalin ve öbür salgılar… Başta yaratıcılık sayılmak kaydıyla korkunun beş duyu algılarını kavileştirdiği, aynı zamanda gözlem, çıkarsama, anlama, kavrama, içselleştirme, tahayyül etme gibi birçok insani hasleti pekiştirdiği, yahut tetiklediği bilinen şeylerden. Korkmak, hayat-memat meselesidir çünkü. Hayat ile memat:Anne karnı ile kabir…
Bir korku filminde korkunç bir hâl yaşayan kahraman üzerinden hem korkuya karşı bileniriz, hem de o korkunç duruma düşmediğimiz için kendimizi büyük bir coşkuyla tebrik ederiz. Kutsarız hatta. Çünkü tehlikeyi savuşturmuşuzdur. O kötü piyangonun bize değil, ona vurduğunu bizzat gözlemlemişizdir. Gevşeyebilir, rahatlayabilir, tekrar hayattan kâm almaya başlayabiliriz.
O zifiri karanlık sinema salonunda, boşluğu bir füze gibi yarıp duran ışığın (bilincin) kısmen aydınlattığı (perdedeki) gerçeklik âleminde akan görüntülerde üretilen anlam dünyasındaki karakterlerin deneyimlediği korku, deyim yerindeyse muhatabı o hiç bilmediği âlemden ilk düştüğü ve kendisini kısmen idrak ettiği yer durumundaki anne karnı ile (başlangıç) yine hakkında hiçbir şey bilmediği, ne ki buna rağmen bir gün mutlaka gideceğini bildiği kabir âlemi (son) arasındaki bir berzahta yakalar ve o küçücük ân içerisinde bir elini hatırlayamadığı başlangıcına, öbür eliniyse hiç bilmediği kendi sonuna temas ettirir. Tahayyülâtın dışında başka hiçbir kudretin yaşatamayacağı bu istisnai tecrübe, kısa bir ân içerisinde başlangıcını ve sonunu bir arada hissedebilme imkânı, kayıtsız kalınabilecek bir teklif âddedilebilir mi hiç?