Klâsik kültürümüzün vakti zamanı geldiğinde taliplere sormadan edemediği sorulardan biri: İncitmemek mi daha mühimdir, yoksa incinmemek mi?
Bu soruya muhatap kılınanların kahir ekseriyeti tab’an incitmemekten yana. Öyle ya, başkalarıyla ilişkiler bağlamında meseleye yaklaşıldığında kişinin diğergâmca davranıp muhatabını öncelemesi, hikmet merkezli bütün gelenek kültürlerinin esas umdelerinden. O yüzden de incitmemek seçeneğini işaret etmek makul. Öte yandan, bu sorunun bağlamı, az önce işaret edilenden çok daha yukarıdaki bir düzlemden neş’et etmekte: varlık anlayışı.
Yaratılmış bir varlık hüviyetiyle insan, zatını nasıl değerlendirmeli ki kendisine Rabb’inin bahşettiği yaşama hakkını büyük bir fırsat âddetmeli, bu ihsanı emsalsiz bir lütûf saymalı ve başına ne gelirse gelsin; ister uzak, ister yakın çevresinden, isterse bizzat kaderinin eliyle nasıl bir zorluğa dûçar edilirse edilsin, incinmesin. Dolayısıyla sorunun beklenen cevabı, ilk izlenimdekinin zıddına, incitmemek değil, incinmemek. Çünkü ilk seçenek kişinin dar anlamıyla hemcinsleriyle, geniş anlamıyla da kâinatla kurduğu irtibatla alâkalı iken, ancak ikinci seçenekte Tanrı’ya bir yer var. Tanrı’ya, yani kadere. Yani insanı melekten ayıran vasfın hakikisine.
Ama sanatçı, bu sorudaki ikilemin âdeta mutlak mahkûmu durumunda.
Çünkü sanatçı, incinen varlık demek. Kuyruğuna basıldığında can havliyle miyavlayan kedinin vaveylâsıyla benzer durumdaki insanın canhıraş haykırışı arasında bir fark var mı sahiden de? Demek ki incinen sıradan insanlardan farklı bir tarzda sanatçı, incinmişliğini, incitici bir etkileyicilikte dile de getirebilen. Onu biz fanilerden ayıran en önemli niteliği de bu değil mi zaten?
Biz incinmişliğimizle yetinmeye mecbur bir yaşantıyı sürdürmeye mahkûmken sanatçı o incinmeyi, bir yandan muhatabını etkileyici bir tarzda incitecek, bir yandan da sınırlı süreli, koşullu, ön hazırlıklı, bir çeşit sahte deneyimlemeye dayanan bu incinmişliğin bereketiyle seviyesiz incinmelerden ruhunu koruyabilmeyi de talim edebilecek bir varlık. O yüzden de tarih boyunca sanatçıdaki bu yaratı sırrında hep bir ilâhilik vehmedilmiş.
Elbette bu vehmi bolca sömürmekte büyük bereketler sezinlemiş sanatçılar da tarih boyunca.
Romantik mi demiştiniz?
Sanatçının aslında herkes gibi sıradan bir varlık olduğu, bırakalım ilâhi seçilmişliği, aslen hiçbir hususi yaratılmışlık barındırmadığı gerçeği, ancak modern dönemde anlaşılıyor. Daha doğrusu romantikler, bu binlerce yıllık palavrayı artık sürdürmemeyi tercih ediyor. Nasıl mı? Sanatçı eskisinden daha ulvi ama sonuçta beşeri bir makama taşınıyor. Evet, biz fanilerden hiçbir yaratılış üstünlüğü yoktur sanatçının. Ne ayrıcalıklı bir yetenekten söz edebilmekteyiz sanatçıda, ne de başka türlü hususi bir nasipten.
Peki, sanatçı ile sıradan bir faninin arasındaki fark nedir o hâlde? Bir hadiseden, hatta güzel bir manzaradan, meselâ bir ayçiçek tarlasından her ikisi de aynı biçimde ve miktarda etkilenir aslında. Kabullenilmesi zor gelse de böyle bu: Sanatçıyı farklı kılan, ayçiçek tarlası manzarasından başka türlü etkilenmesini mümkün kılan farklı bir yaratılmışlığı değildir. Farkı bu etkilenme ânında değil de, sonrasında aramak lâzım.
Sıradan insan bir ân, bilemediniz birkaç dakika bakar o ayçiçek tarlasına. Tarladaki çiçeklerin insan elinden çıkma dizilişindeki ahenkle karışık ahenksizliği, çiçeklerin birbiriyle yarışan boylarının, beherinin ötekinden farklılıklarının görsel lezzetini temaşa eder. Sanatçıdan fazla bir haşyete de kapılabilir meselâ; daha fazla ve de derin hatta. Ne ki bu haşyet hızla yerini başka ilgilere bırakmak zorundadır sıradan insanda. Başka mevzulara, gailelere, dertlere… Ve en zengin anlamıyla kazanımlara.
Sanatçı dediğimiz kimse ise bu haşyeti saatlerce, kimileyin günlerce büyütmek durumundaki kimsedir. Ve imkânındaki. Günün farklı saatlerinde, farklı ışık şartlarında, farklı açılardan o ayçiçeği tarlası manzarasını müşahede eder. Ve elbette farklı ruh hâllerinde. Daha önce gördüğü ayçiçeği tarlalarıyla mukayeseye dalar belki.
Ayçiçek tarlalarındaki ölümsüzlük
Farklı şeyler de yapar elbette: Hatıra haznesindeki başka çiçeklerle harmanlar gözünün önündeki bu görüntüyü meselâ. Bir yağmur sonrası tan vaktinde ayçiçeklerine vuran güneş ışığının tonunun çağrışımlarının seslerinden hareketle bir senfoni canlandırır zihninde sonra da. Veya ayçiçeklerinin dizilimi ile savaş sırasında askerlerin sabah içtimasındaki dizilişleri arasında, görselliğin ötesinde benzerlikler kurar; farklılıklar yahut.
Ayçiçek tarlalarının ressamı Vincent Van Gogh’tan söz ediyorum. Ve hakkındaki filmden: Loving Vincent.
İnsanın yeryüzündeki macerasını imtihan diye değerlendiriyoruz. İyi de nedir acaba imtihanımız? Yaşarken karşılaştıklarımıza katlantı mı? Yoksa ömrümüz boyunca, özellikle de kritik ânlardaki tavrımız mı bizi bu imtihandan başarılı veya başarısız kılacak? Yahut -biraz daha incelelim- yaşamanın bizzat kendisi mi imtihan? Verilen seçme imkânını kullanmayıp biçilen kader doğrultusunda, vakti-saati geldiğinde çekip gitmeyi kabullenmek meselâ, imtihanı kaybetmemek için niçin yeterli sayılmasın ki?
İncinmek ama yılmamak
Van Gogh, incinmiş bir ruh. Derinden hem de. İşsizlik, parasızlık, kadınsızlık, sevgisizlik, imkânsızlık, saygınlıksızlık ve en önemlisi de anlayışsızlık kurbanı bir ruh. Öylesine bir boyutta ki bu anlayışsızlık, geç sayılabilecek bir yaşta resme başlamasına ve ölünceye değin 800’den fazla eser vermesine rağmen hayattayken ancak bir tablosu satılabilmiş.
Öte yandan, zamanı geldiğinde modern resmin kurucusu diye selâmlanıyor.
Büyük ressam olmak, hakiki sanatçı olmak bedel ister. Yerli-yersiz, haklı-haksız hükümeti eleştirmekle varılacak yer belli. Yahut boş bir çerçeve satmakla en fazla magazin âlemini muvakkaten şöyle bir sallarsınız. İyi de biz niçin dünya çapında ressam yetiştiremiyoruz acaba? Kâfi miktarda ayçiçek tarlamız yok, ondan mı?
Bizim gibi kültürlerdeki insanların kabullenmek istemedikleri husus da bu galiba: Van Gogh’u Van Gogh yapan şey, sandıkları gibi ona bahşedilmiş üstün bir resim yeteneği değil, işte bu bitmek bilmeyen gayret, azim ve istikrarlı çalışma.
Loving Vincent adlı filme bu gözle bakınca, yüzlerce ressamın yıllarca uğraşarak çizdiği yağlıboya tablolara dayanması gibi müspet ayrıntıların da, bir çeşit zayıf polisiyeye yaslanan senaryosu gibi menfi zaafların da pek bir önemi kalmıyor. Filmin bambaşka bir derdi var çünkü: Sanat incinmişlikten çıkan bir inci ama aslolan, incinmişliğini melânkoli kazanında eritmektense sanatına malzeme kılabilmek.