İmam Hatipler ve İslam içi çatışma

shutterstock_320971742

Samuel Huntington, 1993’te medeniyetler çatışması teziyle öne çıkmıştı. Huntington, bahsi geçen tezi işlediği makalesinde çatışma alanlarına da işaret ediyordu. Bu alanlar, Müslümanların bir zamanlar coğrafî olarak kaybettiği fakat nüfus bakımından varlıklarını hâlâ koruyabildikleri bölgelerdi. Huntington, Müslümanların varlığını korumalarına dahi tahammül edememiş ve bu durumu medeniyetler arası çatışma, yani Hristiyan-Müslüman çatışması olarak göstermek istemişti. Medeniyetler çatışması tezi, Müslümanlara yönelik etnik temizleme sürecine meşruiyet kazandırdı. Samuel Huntington’un tezinin önemi, içeriğinden çok, dile getirdiği dönemde oynadığı rolden geliyordu. Medeniyetler çatışması tezi Batı’nın İslam Doğu siyasetine payanda olmak için üretilmişti ve modern dönem oryantalist bilgi üretiminin doruk noktasıydı. Huntington’un oryantalist söylemiyle meşruiyet kazandırdığı müdahaleler Irak, Bosna ve Cezayir’in bütün birikimlerini yok etti.

Huntington’dan sonra Henry Kissinger’in “İslam kendi içinde çatışacak” iddiası da 11 Eylül’den sonra Batı’nın İslam dünyasına karşı düşmanca tutumunu açıklayan en önemli cümledir. Kissinger, bu cümleyi söylem düzeyinde kalması için dile getirmemiştir. Bu iddianın coğrafyamız açısından çok önemli sonuçları olmuş ve Müslümanlar arasında çatışmalar çıkmıştır. Her iki tezin tarihî bağlamı tam olarak açıklığa kavuşturulmazsa anlaşılamaz. Ne Huntington ne de Kissinger uzun bilimsel çalışmaların sonucunu paylaşmıştır.

Müslümanların Batı ile bir din savaşının içinde olduğunu söylemek Batı’nın, Doğu coğrafyasında giriştiği talanı örtme ve zihinleri karıştırma çabasından başka bir şey değildir. Batı, din savaşı tezinden hareketle kendi coğrafyasında İslam dünyasına yönelik düşman bir kitle oluşturmak istiyordu ve bu amacına ulaştı. Bugün Batı ülkelerinde İslamofobi’nin geniş kesimlerce benimsenmiş olması onların amacına ulaştığının göstergesidir.

Müslümanların kendi aralarında çatışıyor olmalarına bakarak Kissinger’in haklı olduğu yönünde görüşler ileri sürmek körleşmenin boyutlarını gösterir. Gerçekte Müslümanlar arasında devam eden bir çatışmadan bahsedilebilir, ne var ki bugün Müslümanlar arasındaki çatışmaları dinî temellerden hareketle izah etmeye çalışmak “İslam kendi içinde çatışacak” iddiasının tam da hedeflediği bir durumdur. Hem İslam dünyasında hem de Türkiye’de dinî gruplar ve de farklı yorum biçimleri arasında öfkenin kabarması ve yer yer önemli çatışmaların yaşanması Kissinger’i doğrulamaz.

Batı’da üretilmiş senaryoların çok kısa bir zaman içinde Doğu’da kolaylıkla yansıma bulmasının sebepleri üzerinde durulmadığı kanaatindeyiz. Bugünkü çatışmaları İslam’ın ilk yıllarında ortaya çıkan mezhep farklılıkları ile izah etmeye çalışmak günümüzün sorunlarına anakronik bir bakışın sonucudur. Oysa İslam dünyasının gerilim alanları, Batı medeniyeti karşısında özgün kurumların üretilememesinden besleniyor. 28 Şubat ve benzeri müdahaleler üretilen özgün kurumların işlevsiz hâle getirilmesini ve zaaf alanlarının genişlemesini sağladı.

Tanzimat’tan önce başlayan arayışlar yazık ki geleneksel kurumlarımız tarafından ya görmezden gelindi ya da kabullenilmedi. Eğitim alanında başlayan arayışlar çok önemliydi, fakat çağın ihtiyaçlarını fark etmede geç kalındığı için edilgenlikten etkenliğe geçiş hızlı olamadı. Nitekim medrese ıslahı için 1910’lara kadar beklenildi. Ama bu esnada eğitim kurumlarında ikili bir yapı iyice kökleştiği için kendi içinde bölünme ve çatışma kaçınılmazdı. Fikir tarihimizde Doğu Batı karşıtlığı ve çatışması şeklinde yer bulan ikiliğin nesnel temelleri oluşmuştu. Dolayısıyla bu ikilik rahatlıkla başkaları tarafından bir zaaf alanı olarak değerlendirilme potansiyeline sahipti. 1913’te kurumsal bir kimliğe kavuşan yeni usul eğitimin çok kısa bir zaman sonra 1930’da geçersiz kılınması Türkiye’nin kendi yerini ve istikametini belirleme iradesinin kaybolması ile yakından alakalıdır. Bu kayboluş ya da kararsızlık durumu sosyal alanda gerilim ve çatışmanın zeminini genişletmiştir. Aynı şekilde bugün özellikle Türkiye’de Müslümanlar arasında uç veren dinî meselelerdeki yorum ve siyasî tavır farklılıklarından beslenen sert tartışmaları da özgün kurumların oluşturulamamasını göz önünde bulundurarak ele almak gerekir.

İmam Hatip liseleri, müfredat ve eğitimin amaçları açısından ele alındığında modern dönem İslam ve Türk dünyasında üretilmiş en özgün yapılardan biriydi ve istisnaî bir örnekti. Müslüman halkın ortalamasını temsil etmek bakımından bir öneme sahip olduğu gibi edilgenlikten etkenliğe geçişi de örnekliyordu. Bu açıdan ilahiyat fakülteleri (İslam enstitüsü) İmam Hatip liseleri ile aynı değere sahip değildir. İmam Hatip liselerinin modern Türkiye tarihinde 1970’lerden sonra artan önemi, Türkiye’nin kendi yerini ve istikametini belirlemede etken bir konuma geçiş isteği ile açıklanabilir.

28 Şubat’ta sürecin İmam Hatip liseleri üzerine bina edilmesinin anlamı üzerinde tekrar tekrar durulmalıdır. Bu müdahale ile Doğu Batı karşıtlığını aşmak bakımından elde edilen kazanımlar bertaraf edildi ve Türkiye’de Batı’nın müdahalelerine uygun zeminin varlığı korundu. Aynı şekilde, üretilen özgün kurumların işlevsizleştirilmesiyle İslam içi çatışmanın da gerekli koşulları oluşturuldu.

Emperyalizme karşı son anına kadar direnmiş Osmanlı’nın mirasını devralan Türkiye üretilen özgün kurumlarla bir şekilde kendini geleceğe taşımayı başarmıştı. İmam Hatip liseleri bu kurumlar arasında istisnaî bir örnektir ve İslam dünyasında karşılığı yoktur. Bugün başkanlık sistemi tartışılıyor. Eğer tartışılan sistem hilafet makamının mirasını yine meclisin manevî şahsiyetine bırakarak oluşan muğlaklığı gidermezse “İslam içi çatışma” bir Kissinger dileği olmaktan çıkar. Özgün kurum birikimine sahip olmayan İslam toplumlarının kırılgan yapıları, müdahalelere açıklığı ile konunun hassasiyetini gözler önüne sermektedir.