Türkiye’de yaşayan insanların modern sözcüğünü duyar duymaz, kırmızı pelerin görmüş boğayla benzer görüntüler arzetmesinin ruhi etmenlerini anlamak o kadar zor değil. Ne ki bu kitlenin zihin ve kültür çeperini yönlendirme hakkını kendilerinde görenlerde de benzer köpürmeyi gözlemlemek, aynı hoşgörüyü kendilerine yöneltmemizi mümkün kılmıyor. İnsanımızın tarihinden uzak bırakılmışlığını göz ardı etmeden söylüyorum; tarih boyunca dünyanın hiçbir yerinde, zihin belirleyiciliği işine girişmeyen kalabalıkların kavramları yerli yerine oturtmak gibi bir sorumluluk taşıdığı da görülmemiştir. Bu iş, tüm bu kalabalıkları çekip çevirmekle, onların midelerine ve zihinlerine uygun gelecek tasarımlarıyla sorumlu olanların yükümlülüğünde. Gelgelelim ülkemiz söz konusu olduğunda, zihin alanında maruz bırakıldığımız geri kalmışlıktan en çok nasibini alanların, kalabalıklar adına konuşanlar olduğunu görüyoruz.
İşin kitlelerin uyanmadığı daha vahim bir tarafı var: Sözü geçen geri kalmışlık, yalnızca siyaset erbabı için değil, handiyse bütün varlığını onların arasına girmek için ortaya koymuşçasına iş tutan kültür-sanat erbabı için de geçerli; hem de kitlelerden daha acınası bir biçimde. Öyle uzağa gitmeye, kimi temel konuların soyut düşünce düzeyinde ele alınmasını örnek vermeye ya da bazı genel geçer bilgilerin varlığını sınamaya gerek yok. Kendilerini bize vazgeçilmez olarak tanıtmayı başarabilmişlerken herhangi birini en temel kavramlar konusunda yoklarsanız, ummayacağınız bir görüntüyle karşılaşırsınız. Kavramların kendileri hakkında ama.
Üstelik, sorunuzun karşılığını vermektense işi espriye boğmaktan tutun da, uzun ve kendisinin bile takip edemeyeceği kargacık burgacık cümleler arasına sığıştırdığı bir sürü kavramı üzerinize boca etmeye değin gösterilen kaytarma manevralarını içinizden alkışlamadan edemezsiniz.
Kendi deneyimlerime dayanarak söylüyorum: Baştacı ettiğiniz gazetenizin köşesinde ya da iple çektiğiniz dergilerdeki koca koca yazılarında size umulmadık ahkâm kesen o sevdiğiniz yazarla bir yerlerde karşılaşsanız ve örneğin “Modern nedir?”, hele hele “Modernite ile modernizmi birbirinden hangi ilkelere göre ayırt edebiliriz?” türünden bir soru sorsanız, karşınızdaki büyük yazarın yalnızca bilgi dağarının boyutunu değil ahlâkının çapını da ölçmüş olursunuz. Sonra, söylemedi demeyin: Mideniz kaldırmayabilir.
Modern adlı turnusol
Bu çekiniklikle belirtelim: Ülkemiz, modern sanata, onların verimlerine değil de modern sanat düşüncesinin verimlerine sandığımızdan çok daha uzak. Mahalleli ise arada bir uzaklık kavramını geçerli kılacak bir mesafeden bile azade. Hiç mi istisnası yok bunun? Olmaz mı? Ne ki onlar da kenarda ve köşede yaşamaya itilmiş birkaç isim. Türkiye’de modern sanatla bir anlayış olarak ilişkiye girebilmenin, dahası neredeyse ona eklemlenmenin ötesinde eklemeler de yapabilmenin istisnası ise yanlış bir adlandırmayla İkinci Yeni denilen şiir anlayışı. Dilerseniz adlandırmadaki yanlışlıktan başlayalım.
Muzaffer Erdost’un uydurduğu bir yakıştırma ‘İkinci Yeni’. Bu anlayışta şiir yazanların ilkin kabullenmedikleri ama ataların dediği gibi “Çamur at, izi kalır” ilkesinin işlemesiyle yakıştırma hızla tutmuş durumda. Doğrusu bu adlandırma Cumhuriyet aydınının zihin yapısının topografyası niteliğinde. Yakın geçmişini bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen biri, 40 yıllık bir maziyle tarih yazmaya kalkarsa, ancak bir tek ‘yeni’ bulabilirdi; öyle de oldu. Hâlbuki bu adamcağız, az buçuk şiir bilseydi, elifbayı sökecek denli biraz olsun şiir tarihinden haberli olsaydı, belki de İkinci değil de ‘Kırkikinci Yeni’ diyecekti. Ne gam!
Geçelim.
Orhan Veli’nin Garip’i
Niçin İkinci Yeni? Çünkü bu şiir özellikle bu adlandırılmaya göre Birinci Yeni’ye, yani Garip Hareketi’ne karşı doğru da ondan. Peki, Garip Hareketi neydi? Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat üçlüsünün bir anafor gibi ortalığı kasıp kavuran ve dünya tarihinde ilk kez, ilkokul çocuklarını bile büyük şair düzeyine yükselten bu alaboraya göre şiir her türlü küçük sorunu kendine konu kılabilir ve şairin önünde biricik kural vardır: Kuralsızlık. En minicik duygulanım bile şiirde kendine yer bulabilir. Şiirde önemli olan şairanelik değil yalınlık… Falan, filân. Uzatmaya şundan gerek yok. Malûm, Cumhuriyet yeni kurulmuş ve kendine yeni bir yatak aramakta. Bu yeni yatak, eskisiyle bütün bağını koparmış olduğu kadar, aynı oranda herkesi de kapsar nitelikte olmalı.
İşte Orhan Veli’nin ünü Fransız şairi Superville’den arakladığı ve doğru da anlayamadığı için çarpıttığı, bozduğu, iyice yozlaştırdığı bu şiir anlayışına göre şiirde ahengi sağlayan uyak, hece, iç uyak gibi ne kadar öğe varsa tümünü şiirden atmak, yerine en temel insani edimleri alt alta dizmek, büyük duyarlık yerine küçük bir espriyi işin harcı kılmak, çarpmak ve belki de zamanla değiştirmek yerine okurunu yalnızca şaşırtmak şiir için yeter de artar bile. Özetle, tam da Cumhuriyet kafası. Yani kafası koparılmış ve “Sizin yerinize biz düşünür, biz hissederiz” denilen zavallı ilk neslin emekleme, emekleme bile değil sürünme talimleri…
İkinci Yeni’nin yeniliği ne?
Bu açıdan bile İkinci Yeni emin bir yerde durmakta çünkü ona yaslanmış ve ondan hayat suyunu emmiş olsalar da, Garipçiler’in hokus pokusçuluğunu hızla frenleyebildikleri gibi, şiire yeniden itibarını kazandırabilmeyi de başarabilmişler. Tam burada, bir şiir tanımına gitmeden şiire dair bir tespitte bulunalım: Şiir, muhatabında estetik bir haz uyandırabilen, ahengiyle ve çağrıştırdıklarıyla olsun anımsanabilen, seçkinler tarafından ilgilenilen ve üstelik kişiyi seçkinleştirebilen, gündelik dil anlayışının dışında bir dil’e sırtını dayayan, dahası açıkçası ‘dil’ olan bir sanat etkinliği… Anlaşılabilirliği en yukarılara çeken, o yüzden de anımsanabilirliği de iyice boşlayan İkinci Yeni, öbür niteliklere uygunluk bakımından tam da şiir.
Peki, neye yaslanıyordu bu yeni şiir?
Getirdiği yeni ve o güne değin söylenmemiş konulara mı? İnsan ve toplum sorunlarına yönelik söyledikleri yeni açılımlara mı? Kitlelere mâl olmuş dizelerine mi? Toplumun daha iyi bir düzeye çıkarılması için şiirlerini bir silâh gibi kullanmış olmaları (Nâzım örneğini hatırlayalım) söz konusu olabilir mi peki? Hiçbiri… İkinci Yeni’nin getirdiği en önemli yenilik, şiirde o güne değin görülmemiş, kullanılmamış, (Doğrusu bunun olanağı da yoktu ya) taptaze biçim yapıları eşliğinde yepyeni bir ‘dil’. İkinci Yeni şairi, dili olağan biçimiyle kullanmayı reddeden kişi… İşte bu kotarılan özel anlamıyla ‘dil’in üzerinden gidildiğinde, ilk kez bir alanda yıllardır öykünülen Batı uygarlığıyla özdeşik, sırtını ona dayamış olduğu hâlde onunla karşılaştırılabilir bir sanat anlayışıyla karşılaşılır.
Bu söylediklerimizin doğruluğunu, İkinci Yeni sonrası Türk şiirinin, özellikle de son 25-30 yılın bulunduğu vahim durumdan yola çıkarak da süzebilirsiniz. Dolayısıyla bu topraklarda öncesi olmadığı gibi İkinci Yeni’nin, sonrası da yok; üstelik onu yenilemiş, ondan pay almış, onu yeniden üretmiş bir şiir anlayışıyla da karşılaşmayız. Bunun önemli nedenlerinden biri, İkinci Yeni’nin yanlış anlaşılması, daha doğru bir ifadeyle anlaşılamaması… O yüzden de İkinci Yeni’nin açtığı bu ‘yeni kapı’dan içeriye, eskiyi mumla aratacak sığlık ve kofluk girmiş oldu. Burası bile İkinci Yeni’nin önemi üzerinde ısrarla durmak için yeterli.
Peki o en gerekeni burada sormakla yetinelim: Eğer İkinci Yeni Üstgerçekçilik oranınca gelenekten de pay alabilmiş olsaydı ne olurdu?
İlk yıllar, ilk ürünler
Biraz da tarihçesine bakalım bu anlayışın.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısının başları… Mülkiye denilen ama AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi tabelâsını taşıyan okuldaki kimi gençlerin elinde filizlenen bir şiir anlayışı. Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Edip Cansever, Turgut Uyar hareketin öncüleri. İsmet Özel de bu anlayışın farklı kulvardaki bir uçbeyi… İlhan Berk, Ülkü Tamer, Yılmaz Gruda ve bugün adı pek anılmayan Tevfik Akdağ da harekette. İlkin (Ne yazık ki Muzaffer Erdost’un yakıştırmasına uymak durumundayız.) Birinci Yeni, namı diğer Garip Hareketi içinde yer alan, ne ki yükselen yeni değere göre hareket etmeyi kendisine ilke edinen Cumhuriyet aydınının genel karakterine uygun olarak rüzgârgülünü bile kıskandıracak bir hızla yön değiştirerek İkinci Yeni’yle flörte yeltenen, üstelik bu flörtü kabul bile ettiren Perçemli Sokak şairi Oktay Rifat’ın adı da, sırf tarihi değer adına anılmalı.
O güne değin Haşim’de en önde örneğini gördüğümüz şiir imgesini baştacı etmek; edebi sanatlara, yapılara, biçimlere, kalıplara güvenmemek; biçimi ve yapıyı öne çıkarırken bile belirli biçim ve yapılar önermemek; yalınlık, sıradanlık, olağanlık ve anlaşılabilirliği şiirden kovmak; gündelik dile, özellikle konuşma diline sırt çevirmek; hikâyeleme, şaşırtmaca, tekerleme ve espriden de, aklilikten da kaçınmak; o yüzden de bütün öğeleriyle gelenekten kopmak, kişisel keşiflerin önünü açmak gibi niteliklerle donanmış İkinci Yeni’nin boy attığı yerler, Yeditepe, Şiir Sanatı, Yenilik, A, Pazar Postası, İstanbul, Ant, Seçilmiş Hikâyeler, Papirüs, hatta zaman zaman Varlık gibi yayınlar…
Bu dergilerin kimi Ankara’da çıkar, kimi de İstanbul’da. Bu duruma dayanarak söylenen, İkinci Yeni üyelerinin birbirinden habersiz ve bildirisiz yola çıktığı görüşü ‘ilginç’ değil mi? Sanki bu dergiler, yayınlandıkları kentin dışına çıkmıyorlar ve öteki şairlerin eline ulaşmıyorlar. Üstelik sanki Batı şiir anlayışı, özellikle de Üstgerçekçilik ve Dadacılık, İkinci Yeni’nin ortak paydası değilmiş gibi…
Arayışın şiiri
Gelgelelim, buradaki bildirisizlik tespiti yerinde. Gerçekten de, ne çıkışlarında ne de sonraları bir bildiriye imza atma gereği duymaz İkinci Yeni üyeleri. Çünkü buna gerek yoktur. Onların şiir anlayışlarını şiirlerinden süzmek dururken…
Sonraları, ortalık durulur gibi olduğunda, Yeditepe ve Pazar Postası gibi dergiler, İkinci Yeni’yi sorgulayan kimi anketler düzenlediğinde, şairlerin birbirlerini suçladığını, şairden ya da en azından İkinci Yeni’den saymadıklarını görürüz. Örneğin Ece Ayhan, bir Mülkiyeli hareketi dediği İkinci Yeni’den iki şair ismi sayar: Cemal Süreya ve Sezai Karakoç.
Ne ki İkinci Yeni’nin en hassas termometrenin kaydedebileceği oranda olsun az bir sıcaklık verip veremediği ve zifiri karanlıkta görülebilir bir ışık saçıp saçamadığı, ondan hareketle, daha doğrusu İkinci Yeni’nin şiirimize ve dolayısıyla sanat anlayışımıza kazandırdığı verimlerin farkında olarak hareket edeceklerin yaptıklarıyla daha bir anlaşılacak.
Görüldüğü gibi İkinci Yeni bir arayışın şiiri; bulmanın ve bulunanı yukarılara taşımanın, okuru da bu taşınan yere davet etmenin şiiri değil. Cumhuriyet sonrası nesillerin içinde sanat yapayım derken solucanlaşmanın dışında seçenekler de bulunduğunu fark eden, ne ki kısmen köksüz; aslında koptuğu ve hiç tanımadığı kendi geçmişi kadar, (sanıldığının tersine) zamanının Batı’sını da yeterince tanımayan, belki de bu yetersizliğin etkisiyle, kendi dışındaki kimi değerleri taklit etme ya da bazı anlayışlara özenme yerine Cumhuriyet tarihinde ilk kez kendine yönelme, kendine dönme ve orada neler neler varsa bunları devşirme tavrını seçen, bu açıdan da elifbası değiştirilmiş Türk çocuklarının kotardıkları ilk orijinal sanat kıpırdanışı…