İkinci darbe girişimi ya da 15 Temmuz kadar etkili gayr-i millî bir müdahaleden bahsedildiği zaman kamuoyunda gözle görülür bir tepki oluştu ya da birileri bu yönde bir tepkinin oluşmasına zemin hazırladı. Hâlbuki Yeni Şafak’ta yayımlanan söyleşi beynimize bıçak gibi girip uyarıcı bir etkide bulunmalıydı, öyle olmadı. Siyasîlerin de dâhil olduğu bir kesim, söyleşide dile getirilen hususlara tepki gösterdi. Tepkilerine temel gerekçe olarak da halkın tedirginliğini gösterdiler. Bu söyleşide dile getirilen bazı hususlara itiraz edilebilir ancak FETÖ ve onun arkasındaki güçlerin önemsizleştirilmesi, Türkiye’ye yöneltilmiş tehditlerin görmezden gelinmesi farklı niyetlerin olduğuna dair şüphe uyandırıyor.
15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen özellikle bazı çevreler darbe tehdidinin geçtiği ve herkesin kendi işine gücüne dönmesi gerektiği yönünde bir algı oluşturmaya başladı. Bu çaba fiilî bir şekilde darbeye yeltenenler ve onlara destek verenleri gözlerden uzak tutma gayreti şeklinde yorumlanabilir. Hâlbuki FETÖ’nün bütün mensupları ya fiilî darbeci oldu ya da darbenin başarılı olması için “dua” etti. Bu açıkça görülen bir gerçek olmasına rağmen darbecileri ve darbeye destek verenleri dolaylı yollardan temize çıkarma gayretlerini gördük ve görmeye devam ediyoruz. Darbe girişiminin üzerinden aylar bile geçmemişken mağduriyet üzerine yapılan güzellemeleri bir kenara not etmekte fayda var.
15 Temmuz’da bir oyun ya da tiyatro sahnesinde değildik. Darbe karşısında bütün bir milletin ayağa kalkmış olması karşılaştığımız tehlikenin büyüklüğünü gösterir. Milletin gösterdiği tavır bütün bir ülkenin, devletin içine düştüğü zaafın büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Uğursuz darbe girişimini sadece FETÖ’nün ve onun uğursuz liderinin hırsları ile açıklayamayız. FETÖ’nün arkasındaki güçleri ve bu güçlerin Türkiye ve bölgemiz hakkındaki hesaplarının izahını yapmak, karşılaştığımız meselenin büyüklüğünü göstereceği gibi alınacak tedbirler hakkında fikir üretmemizi sağlayacaktır. İşte o zaman yeni bir darbe teşebbüsünden bahsetmenin doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinde konuşabiliriz. 15 Temmuz’dan çok zaman önce, Fetullahçılar hakkındaki eleştirel yaklaşımların nasıl karşılandığını hepimiz hatırlıyoruz. Çok kimse bu hareketin varlığından bile habersizdi. Özellikle hâlinden memnun olan bir kesim vardı ki onların işleri yolundaydı. Siyaset, bürokrasi ve iş dünyası arasında kurulan üçgenin dışında kalan birçok kimse ise süreç hakkında endişeli bir bekleyiş içindeydi. Milletin bir anda sokağa, meydanlara çıkıp sürece müdahale etmesini endişeli bekleyişi görmeden anlayamayız.
15 Temmuz gecesi kasdın büyüklüğünü gören bu ülkenin “baldırı çıplak takımı” ilk defa boynunu bükmedi, yutkunmadı; canını ortaya sürerek harekete geçti ve yürüyen sisteme müdahale etti, üstelik bu müdahaleyi oradan buradan emir alarak yapmadı. Bu kadar istisnaî bir hadisenin ciddî anlamda ilmî çalışmalara konu olması gerekirken bunu yapacak kimselerin hadiseyi görmezden gelmesini aydın kesimin halka uzaklığı ile açıklamak mümkündür. Fakat bundan daha vahimi ise milletin karar verici mevkie yükselmesinden duyulan rahatsızlıktır. Yeni siyasî aktörü görmezden gelmeyi başka şekilde izah etmek zordur.
Yazdıklarımızı popülizm şeklinde tanımlayacaklar çıkabilir ama unutulmaması gerekli olan bu ülkede milletin işleyen sisteme el koymuş olmasıdır. Bu durum çok önemli bir gerçeği gün yüzüne çıkardı. Evet, bu ülkede artık Türk milleti belirleyici siyasal bir aktördür. Darbeye karşı ihtilal yapan siyasî aktör milletin kendisidir.
Türkiye’de siyaset, bürokrasi ve iş dünyası üçgeninde muazzam bir paylaşım sistemi kurulmuştu. Bu mekanizma yaklaşık yüz yıldır yürürlükteydi. AK Parti bu sistemi kökünden değiştirebilecek fırsatı bir türlü yakalayamamıştı. Erdoğan, iktidarının ilk yıllarında bu sisteme müdahale edeceğini göstermiş, hatta bu yönde çok ciddî adımlar da atmıştı. Ne var ki sistem o kadar sağlam temeller üzerine kurulmuştu ki üçgenin tarafları yeni duruma uyum göstermede zorluk çekmedi. Üstelik yeni dönemde dinî görünümlü bir aktör daha belirmiş ve sistem daha rafine bir hâle gelmişti. İktidar bir top gibi bu kesimler arasında dönüyordu. Bunlar gücünü kesinlikle dışarıdan alıyorlardı.
Geçmişte Erdoğan’ın alanını daraltanlar ve onun etrafını FETÖ üyeleriyle kuşatanlar 15 Temmuz’un mimarlarıdır. Bugün biz sıradan insanlar 15 Temmuz’un mimarlarını dakik olarak bilemeyiz, ama siyaset, bürokrasi ve iş dünyası üçgenine dikkat edilmesi gerektiğini biliriz. 15 Temmuz’da darbeye teşebbüs edip ülkenin alacağı yeni şekli engellemeye çalışanlar, milletin kendisi için belirlemeye çalıştığı yeni dönemden rahatsızlık duyan çevrelerdir.
Olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Ergenekon Davası’ndan bu tarafa yaşanılan bütün siyasî krizler Türkiye’nin içinden çıkmaya çalıştığı kıskacın ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Ergenekon Davası’yla Türkiye’de yeni bir muktedir grubu oluşturmaya çalıştılar ve önemli ölçüde başarılı oldular. Zaten o zamana kadar gayr-i millî güç odaklarının varlığı bilinmekteydi. Ergenekon Davası’yla önceden var olan güç odakları tahkim edildi ve yeni muktedirler oluştu. Nitekim bu muktedirler grubu o zamandan bu tarafa Türkiye’yi önemli ölçüde hareket edebilir olmaktan çıkarmayı başardı. 7 Şubat MİT krizi, Gezi Parkı eylemleri, 17-25 Aralık girişimi, MİT Tırlarına yapılan baskın, PKK’nın hendek siyaseti ve nihayet 15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’yi hareketsiz bırakmaya çalışan müdahaleler serisidir. En basit bir akıl yürütmeyle bu seriye yenilerin ilave edileceği sonucuna varmak mümkündür. Bunun tedirginlik üretmekle izah edilmesi doğru değildir.