İki aylık seçim süreci üzerine bir değerlendirme

Bu satırları yazarken sonuçlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değildik. Seçim sonuçları yazıda ele alacağımız konu bakımından birinci derecede önem arz etmiyor. Çünkü bu yazıda yaklaşık iki ay devam eden seçim sürecini değerlendirmeye tabi tutacağız.

Seçim süreci, büyük devletler arasında uzun bir süredir varlığı gözlemlenen mücadelelerin ciddî bir aşamaya ulaştığı dönemde yaşanıldı. Amerika ve Avrupa Birliği arasında kriz görünür bir hâl aldı. Çin ve Amerika arasında restleşmeler yaşandı. Rusya’nın taraf olduğu krizler de giderek büyüdü. Türkiye ise büyük devletler arasında kendine bir yer açmaya çalışırken birçok cephede aynı anda sorunlarla yüzleşti. Güney sınırlarımızda, terör kuşağının kırılması uğruna yapılan askerî müdahaleler ise yeni boyutlar kazanıyor.

Bugün Doğu’da ve Batı’da çok kaba hatlarıyla tasvir etmeye çalıştığımız uluslararası gelişmelerin çok önemli tartışmalara konu olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde yakın coğrafyamızda; Balkanlarda, Kafkaslarda Arap coğrafyasındaki gelişmeler çok nitelikli yazılara konu oluyor. Fakat bu gelişmelerin Türkiye’de “Suriyelilerin evlerine gönderilmesi” üzerinden gündeme getirilmesi çok kısa bir zamanda yaşanılan yabancılaşmanın boyutlarını göstermekten başka bir anlam taşımaz. Hâlbuki daha bir yüzyıl önce Kerkük, Musul, Halep “Çalıkuşu” ve “Beş Şehir”in mekânlarındandı. Kendisini milliyetçilikle tanımlayan bir partinin genel başkanı hanımefendinin Haleplilere karşı kullandığı ötekileştirici dilin güncel siyasî beklentilerle izah edilemeyecek kadar yaralayıcı olduğu bilinmeliydi. Bu düşüşü izah etmek çok kolay olmayacak. Bu ülkede Halep, Musul ve Kerkük’e yabancı bir ülkenin herhangi bir şehri muamelesi yapan birine elbette “yerli ve millî” sıfatı yakıştırılamaz.

Siyasî hayatın en önemli vitrini olan seçim sürecinde söylenen sözler önemlidir. Seçim süreçlerinde partiler ve başkanları bütün birikimlerini ve yeteneklerini görünür hâle getirmekle yükümlüdürler. Yukarıda en kaba hatlarıyla tasvir ettiğimiz küresel ölçekteki gelişmelerin ve yakın coğrafyamızda yaşanan büyük dönüşümlerin siyaset sahnesinde de gündeme gelmesi gerekirdi. Hâlbuki bu gelişmeler ve yaşanılan dönüşümler bir yönüyle sömürgecilik çağının vahşî ortamına geri dönüş isteğini dışa vururken diğer bir yönüyle Doğulu ve Güneyli milletlerin Batı’ya meydan okuması anlamına gelir. Siyaset sahnesinde dile getirilen fikirler, adayların Doğu-Batı denklemiyle ilgili tavrının netleşmesine imkân tanımalıydı. Erdoğan ve Bahçeli dışındaki adayların gündeminde bu konuların yer almadığı seçim sürecindeki konuşmalarından anlaşıldı. Rahmetli Erbakan bir ömür Batı karşıtı mücadelenin içinde yer aldı fakat onun kurduğu parti çatısı altında faaliyet gösteren parti başkanı, Kandil’e yapılan operasyonu küçümsemekte bir sakınca görmedi. Kandil ve Çekiç Güç bağlantısı Erbakan’ın en önemli gündem maddeleri arasındaydı.

Bu seçim sürecinin en önemli gündem maddelerinden biri, Türkiye’nin FETÖ’ye karşı mücadelesi olmalıydı. FETÖ’nün sadece kendinden ibaret olmadığı artık herkesin malumudur. Fakat nedense seçim sürecinde FETÖ meselesi muhalefet tarafından görünmez kılındı. Muhalefet adaylarının FETÖ ile mücadele konusunda herhangi bir programa sahip olmayışları bir yana, seçildikleri takdirde “haksızlıkları ortadan kaldıracağız” iddiasıyla FETÖ’ye alan açmak istedikleri anlaşıldı. FETÖ’nün Batılı ülkeler tarafından bir hegemonya aracı olarak kullanılması, muhalefet adayları tarafından mesele hâline getirilmedi. Hâlbuki bu ülkede, emperyalizm hakkında çok önemsenmesi gerekli bir edebiyat oluşmuştu. Dileyen bu edebiyatı takip ederek bir söylem geliştirebilirdi. FETÖ’nün, yani Amerika-İsrail’in 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi Türkiye’de, gündemin en sıcak maddeleri arasında yer almalıydı. Üzerinden sadece iki yıl geçmesine rağmen muhalefet adaylarının seçim sürecinde bu emperyalist saldırı hakkında konuşmaması şaşırtıcıdır.

Bugün artık geride kalan seçim sürecinde dikkati çeken en önemli hadiselerden biri de muhafazakâr camia üzerine yapılan “muhafazakâr operasyon”dur. Bu operasyonda birtakım basın ve yayın kuruluşunun aktif rol aldığına şahit olduk. Bu kuruluşlar, karşıtlık üzerinden bir meşruiyet arayışına girdikleri için 2013’ten sonra Erdoğan’da önemli bir değişim olduğu iddialarını dillendirdiler. Hâlbuki 2013, onların iddialarının tam aksine, Türkiye’ye yönelik küresel emperyalist saldırıların doruk noktasına ulaştığı bir yıldı. Aynı yıl, Türkiye’nin saldırılar karşısında güçlü bir duruş sergilemesiyle FETÖ’nün kendini açık etmek mecburiyetinde kalması da önemle kaydedilmesi gerekli bir gelişmeydi. Hem Gezi Parkı olaylarının hem de 17-25 Aralık hadiseleriyle sonrasında yaşanan MİT Tırları baskınlarının Erdoğan’ın değişimi üzerinden izah edilmesi sadece siyasî körlük değildir. Bu tarz bir yaklaşım, FETÖ’nün nüfuz alanının genişliğini gösterir.

Yaşadığımız iki aylık seçim süreci birtakım olumsuzlukların yanı sıra birçok olumlu gelişmelere de işaret etmektedir. Seçim süreciyle birlikte, Türkiye’nin güney sınırlarında oluşturulan terör koridorunun kırılmakta oluşu ve bu başarının seçmen davranışı üzerindeki etkileri antiemperyalist söylemin seçmen tarafından bir program şeklinde benimsendiğini gösterir. Sürecin 1918’den tam yüz yıl sonra yaşanılması da ayrıca önemsenmelidir. Bu tarihin sembolik değeri vardır. Zira başta da belirttiğimiz gibi yüz yıl öncesinin şartları yeniden hayat bulmaktadır.