Batı kültürünün dünya çapındaki hegemonyasını kurmak için Batı-dışı toplumlara çaktırmadan dayattığı yegâneleştirilmiş seçeneklerden biri de popüler kültür. Henüz 18 yüzyıl sonlanmadan çoktan sektörleşmiş avamlaştırılmış bu kültür ihracatı, kuşkusuz zirvesine 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulaşacaktı. Amerika’nın yönettiği bu hegemonyada malzemelerin başını kimileyin kılık-kıyafet çekiyordu, kimileyin yeme-içme alışkanlıkları; kimileyin de serapa bir hayat anlayışı…
Edebiyat, sinema ve tiyatro gibi alanların yanında Amerikan kültür endüstrisinin temel direği, kuşkusuz devasa müzik endüstrisi. Caz müzikle başlayan ve sinemayla perçinleşen bu yayılma, ilkin Avrupa’yı istilâ eder, adından da dünyanın geri kalanını.
Avrupa’nın da bu minvalde dünyaya söyleyecek sözü vardı elbette. Meselâ Fransa’nın kendine özgü kültürünü, İtalya’nın tasarım maharetini, İngiltere’nin nezaket, hijyen ve beslenme gibi alışkanlıklarını, sağlıkla ilgili kabullerini yüksek meblağlar karşılığında, başta eski sömürgeleri olmak üzere bütün dünyaya maharetle pazarladığını bilmekteyiz.
Afrika’dan Amerika’ya kaçırılarak getirilen zencilerin ağıtlarından doğan caz, beyaz eli değdikten sonra handiyse geçen yüzyılın temel müzikal söylemi hâline gelmişti dense yeri. Müzik alanındaki caz hâkimiyetine dayalı bu kültür ve ticaret hegemonyasının başını Amerika çekmekteydi kuşkusuz. Ama Avrupa’nın cevabı da gecikmedi: Rock&roll.
İngiltere’de ortaya çıkan ve (benzetmek gibi olsun) aruz nasıl Arap dilinin ahenk anlayışından doğmuşsa aynı şekilde İngiliz dilinin ses ve yapı özelliklerine dayanan rock&roll tarzı da ilk etki alanını Amerika’da buldu; beklendiği gibi. Hatta kimilerine göre 1950’lerde evrim geçirdi ve kendine özgü bir başka türe dönüştü: Rock.
Yine tarihte görülmemiş bir hızla bütün dünyada yayılan bu müzik türü, beklendiği gibi kendi alt türlerini, kült gruplarını, şarkıcılarını, milyonluk plâk satışlarını ve idol olgusunu da beraberinde getirmişti.
Yine işin erbabına göre hem İngiliz kökenli rock&roll, hem de onun Amerikan versiyonu rock, 60’larda en iyi örneklerini vermiş ve geldiği gibi hızla yokluğa karışmıştı. Popüler müzik kültürüyle ilgilenenlerin çoğuna göre ise bu tabii ricat tarihi 70’lerin sonuydu. Özetlersek, pozitivizm gibi ciddi meselelerle toplumların aydınları cebelleşedursun, geri kalan genç aydınlar, aydın adayları ve yarı-aydınlar, daha çok bu tür popüler kültür ürünlerinle cebelleşmek durumunda kalıyorlardı.
Bugün işin rengi değişti mi peki? Ne gezer! Tersine, rahatlıkla güçlendiğini ifade edebiliriz. Rakip tanımazcasına artan bu tek kültürlülük, insanlık tarihinde daha önce hiç gözlemlenmediği için, yaşanan bu sıra dışı gidişatın, değil yalnızca Batı kültürünü, dünyanın ortak kültürünü dahi yok edecek vahim tehlikeler arz ettiğini savunan düşünürlerin ortaya çıkması gecikmedi tabii ki; elbette gene Batılı düşünürler arasından. Doğusuyla, Uzak Doğusuyla, Lâtin Amerikasıyla dünyanın geri kalanı, adı geçen Batı kültürünün yemişlerini geviş getirmeye devam etmekte. Keyifle.
Kültür aşısı için öncü güçlerden biri müzik endüstrisi demiştik.
Demek ki bir popüler kültür endüstrisi üretip bunu dünya çapında bir meta hâline getirmek başka, bu endüstrinin sacayaklarından birinin bir öğesinin üzerinden para kazanmaya devam edebilmek başka bir zekâ gerektirmekte.
90’lardan sonra iyice pespayeleşen ve yerini bin bir türlü etnik müziğe bırakan ‘dünya müziği’ türüne gelince değin söz konusu ara dönemde, yine İngiltere kökenli punk türü önemli bir yer işgal etmekte. Gittikçe rock köklerinden kopmak ve farklı ufuklara yelken açmaya gayret ederken çoğunlukla da nitelik kaybına uğramak manâsına gelen bu maceranın ara duraklarından biri de heavy metal.
Aslında önemli ara duraklardan biri de indie rock grupları. Herhangi bir plâk şirketine, yani sektöre renk ve şekil veren tröstlere bağlı kalmamayı, dolayısıyla diledikleri tarz müziği özgürce yapmayı hedefleyen anlayıştaki gruplardan biri de 1980’lerde İngiltere’de kurulan The Smiths adlı grup.
İngiltere Benim/England is Mine adlı film, The Smiths adlı indie rock grubunun kurucusu Steven Patrick Morrisey’in ilkgençlik yıllarına odaklanan bir film. 2017 tarihli İlgiliz filminin yönetmeni Mark Gill, oyuncuları ise Jack Lowden ile Jessica Brown Findlay.
İngiltere Benim, Morrisey’in memleketi Manchester’da çekilen, bir müzik filminden beklenmeyecek miktarda müziğe merkezi bir yer vermemeyi tercih eden bir yapım. Bilindiği gibi rock müzik temalı benzeri filmlerde grup elemanlarının uyuşturucu bağımlılığı dahil sefih hayatları, gruppiler, konserler, ayyaşlık, serserilik gırla giderken İngiltere Benim bambaşka bir meseleyi kendisine odak seçiyor. Gözümüzden ne kadar kaçırılırsa kaçırılsın aslında Hindistan’daki kast sistemini aratmayan bir çeşit sınıf yapısına sahip İngiltere’de işçi ailesinden gelme zeki, yetenekli bir genç deha adayının varoluş mücadelesi, filmin temel izleği.
Annesi ve ablasıyla bir babadan yoksun başlarını soktukları banliyödeki küçük bir evde tutunma savaşı veren Morrisey, saçma-sapan işler yaparak bir yandan ailesine iktisadi anlamda destek vermeye gayret ederken bir yandan da kendisini ifade etmenin yollarını aramakta. İngiliz Edebiyatı’nın hem klâsik, hem de modern yazarlarını ve şairlerini okuyarak, dönemin ünlü müzisyenlerinin albümlerini dinleyerek ve bol bol da şiir yazarak arayışını sürdüren Morrisey’in zaferinin önündeki en büyük engel, kuşkusuz sistemin bizzat kendisi.
Rock müzik endüstrisinin ezberlenmiş klişelerine hiç yüz vermeden ilerleyen İngiltere Benim, farklı bir zekânın gelişiminin ilk evrelerine tanıklık etmek bakımından beklenmedik farklılık ve etkileyicilikte önemli bir kayıt.