Hollywood Sineması’nda savaşmak

Zaten pahalı yapımlar olan savaş filmleri, zamanla, baştan hesaplanmayan bir birlikteliği de beraberinde getirir: ordu-Hollywood işbirliği. Teknik olarak başarılı kabul edilen tüm Hollywood savaş filmlerinin bu başarısında, jeneriğine yansımasa da Amerikan ordusunun payı çok yüksektir. Hem teçhizat bakımından böyle, hem de konu ve hikâye akışı bakımından. Birine daha çok ödül ve daha fazla para kazandırmak, öbürüne de daha çok gönüllü ve çok daha fazla itibar kazandırmak amacıyla kurulan ve sahiden de her iki tarafın da işine yarayan bu ortaklık, günümüzde daha da güçlenmiş durumda.

Son yıllarda çekilen John Woo imzalı Windtalkers/Rüzgârla Konuşanlar, Steven Spielberg’in çektiği Saving Private Ryan/Er Ryan’ı Kurtarmak, Terrence Malick’in yönettiği The Thin Red Line/İnce Kırmızı Hat, Ridley Scoot’ın Black Hawk Down/Kara Şahin Düştü, Randall Wallace’ın We Were Soldiers/Bir Zamanlar Askerdik ve Phil Alden Robinson’un Sum of All Fears/En Büyük Korku ilk akla gelen örnekler.

Tüm bu filmlerin ana esprisi, insanı, insan kalmayı başaranı son derece rahatsız edecek dehşet ve vahşet sahneleri barındırması. Sonraları savaş karşıtı filmler arasında anılmayı becerse de aslında bilinen en vahşi insan öldürme sahnelerini en estetik biçimde anlatan Sam Peckinpah’ın Cross of Iron/Şeref Madalyası adlı filmi, özel bir dikkati hak ediyor. Makineli tüfeklerle bir siperdeki düşman askerlerinin öldürülmesini yaklaşık ikibuçuk dakika süren ağır çekimlerle, doğrusu son derece çekici bir biçimde anlatabilen ve ruhunu yitirmişler için iştah kabartıcı sayılan Peckinpah, herhâlde savaş ve vahşet filmlerinin yönetmeni olarak anılsa yeri. İşin çok daha ilginç bir yönü var: Bu film Türkiye’de sinema salonlarında gösterildiğinde, kimi vatandaşlarımız kusarak filmi terketmek durumunda kalırlar. Ama aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra özel bir kanalda gösterildiğinde, bu sahneleri midesi kaldırmayan kaç insanımızın kaldığını gerçekten merak ederim.

Savaşı övmek, Savaşı yermek

Amerikan savaş filmlerinde en çok işlenen konu tabii ki Vietnam. Vietnam, Hollywood’un hem ekonomik, hem konu bakımından başı sıkıştığında başvurduğu bir kurtarıcı. Bunca başvuruya bakınca, Hollywood’un başının çok sık sıkıştığı izlenimi edinilebilir. Çünkü yalnız savaş filmlerinde değil, dramalarda, güldürülerde, aksiyon, gerilim, polisiye, korku, macera ve yol filmlerinde, kısacası Hollywood’a özgü her türde, en azından eski bir Vietnam gazisinin fıttırması düzeyinde olsun mutlaka yer verilir bu temaya. Joseph Mankiewicz’in çektiği 1957 tarihli The Quiet American/Sessiz Amerikalı Vietnam konusundaki ilk film kabul edilir. Fakat Vietnam’a teğet geçmeyen, bizzat Vietnam’ı anlatan filmler, tabii ki savaş filmlerinde en üst sıralarda yer alan yapımlar. Bu bağlamda başı da Oliver Stone çekmekte.

Sahiden de adını savaş karşıtı filmlerin yönetmenine çıkarmış yönetmenlere baktığımızda, bu tür görüşlerini söyleşilerinde ilk fırsatta ısrarla vurgulamalarına karşın, son tahlilde savaşa mı hizmet etmekteler yoksa barışa mı? Bu, sorulması da, karşılanması da hiç kolay olmayan bir soru. Örneğin bu tür söylemlerin sözcüsü durumuna yükselmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’ni epeyce rahatsız etmiş Midnight Express/Geceyarısı Ekspresi’ni çektikten sonra Platoon/Müfreze ve Born on the Fourth of July/Doğum Günü Dört Temmuz gibi şiddetle savaş karşıtlığı yaptığı kabul edilen Oliver Stone’un Vietnam’a gönüllü gittiğini, üstelik gösterdiği üstün başarıları nedeniyle iki kez madalya aldığını bilmek, acaba konuya bakışımızı değiştirebilir mi?

Kendisinden önceki savaşı öven filmlerin etkisinde kalarak gönüllü olduğu ve Vietnam dönüşü günah çıkarttığı kabullenilse bile, filmlerinde şiddeti alabildiğine kullanma niteliğini nereye yerleştireceğiz? Şiddet, onu ayyuka çıkararak sergilemeden eleştirilemez mi?

Bir de işin muhatap yönü var. Acaba savaş karşıtı filmlere muhatap olanlar ne düşünüyorlar? Sinemaseverlere soracak olursanız, size savaş karşıtı olduklarına yemin edecekleri bir sürü film sayabilirler ama savaşa karşıtlığı söylemin ötesine taşıyan, ilkece karşıtlıktan uygulamada da taviz vermeyen filmlerin sayısı sanıldığından çok daha az. Kibrinden dolayı gönüllü olarak Çanakkale Savaşı’na katılan ve orada feleğini şaşıran bir Avustralyalı gencin bakış açısıyla Gelibolu cephesini anlatan, ülkemizde ne acı ki “Türkleri dünyaya tanıtan film” diye sunulan Peter Weir’ın 1981 tarihli Gallipoli/Gelibolu adlı filmi, Vangelis’in yürek kavuran müzikleri ve barındırdığı kimi dokunaklı sahneleri yüzünden savaş karşıtı sınıfında yer almayı hak ediyor.

Yererken övmek, överken yermek

Hangi sınıfa gireceğine karar verilmesi çok zor, üstelik yanılmayı da beraberinde getirecek türden filmler de var. Bu filmler hakkında bunca uzun boylu tereddüdün nedeni şu: Barındırdıkları savaş sahnelerine ve bu sahnelerdeki vahşet sergisine bakacak olursanız, rahatlıkça bu filmleri karşıt safa koyabilirsiniz ama ya alttan alta işledikleri epik söylem?… David Lean’i saygınlığının doruğuna taşıyan 1957 tarihli The Bridge on the River Kwai/Kwai Köprüsü, Francis Ford Coppola’nın çektiği ve tartışmasız dünyanın en iyi savaş filmi kabul edilen 1979 tarihli Apocalypse Now/Kıyamet, Wolfgang Petersen’in 1981 tarihli Das Boot, Stanley Kubrick’in 1987’de çektiği Vietnam filmlerinin en iyisi sayılan Full Metal Jacket gibi filmlerde savaş karşıtlığı ile dehşetin, şiddet ile şiddeti kötülemenin harmanlanması, bu filmleri isteyenin istediği gibi yorumlamasına, yani savaş karşıtlarının kolayca kendilerinden yana sayamamasına yol açmakta.

Bir de kuru gürültü savaş karşıtlığı var. Sinema tarihine savaş karşıtı diye geçen filmlerin neredeyse tamamını, çekinmeden bu sınıfa dahil edebilirsiniz. Örnek mi? Keith Gordon’ın 1992 tarihli A Midnight Clear, Michael Cimino’nun 1978’de çektiği ve bir efsane hâline gelen The Deer Hunter/Avcı, Brian De Palma’nın 1989’da çektiği Casualites of War/Savaş Günahları, J. Lee Thompson imzalı 1961 tarihli The Guns of Navarron/Navarron’un Topları…

Peki niçin tüm bu filmleri, gözlerinin yaşına bakmadan ve akıttıkları onca gözyaşına aldırmadan savaş pohpohçusu sayabilmekteyiz? Çünkü bu filmlerin özünde alttan alta estirilen hava şu: Nasıl ki sivil hayatta kötü Amerikalılar olsa bile iyi Amerikalılar da vardır, dahası gördüğünüz gibi daima iyi Amerikalılar kazanmaktadır; askeri hayatta da kötü Amerikan askerleri olsa bile iyileri çok daha fazladır ve Tanrı, gördüğünüz gibi hep Amerikalılar’dan yanadır çünkü hep onların kazanmasına yardımcı olmaktadır.

Amerikan çıkarlarını öylesine çarpıcı kılıflarla savunan savaş filmleri vardır ki insanın, nasıl oluyor da bütün Amerikalılar’ın işi gücü bırakarak ellerine silâhlarını alarak orduya katılmadıklarına şaşası gelir. Çünkü Amerikalılar, gerçek hayatta savaşmasalar da sinemada hep savaşmaktalar. Kuzey- Güney Savaşı’nı anlattığı hâlde western türü içinde değerlendirilen filmler bile aslında savaş filmi statü ve değerinde. Çünkü onlarda da, daha sonraları iyice cılkı çıkarılacak kan akıtma ve vahşice adam öldürme sahneleri az değil.

Savaş Karşıtlığı Edebiyatı

Aslında savaş karşıtı gibi pazarlanan filmler, daha en baştan, barındırdıkları temel mantık açısından sakat bir konumla işe başlamaktalar. Ahlâki değerleri savunan bir film, örneğin yasak cinsel ilişkinin doğuracağı olumsuz sonuçları anlatmak amacıyla yola çıktığında ve böylesi bir ilişkinin ne tür sakıncalar doğuracağını göstereceğim diye pornografik görüntülere yer verdiğinde ne kadar ahlâk taraftarı olursa, savaşı kötülemek için yola çıktığını savunan ama kan, vahşet ve acımasızlık örneklerini bir bir sergileyen bir savaş karşıtı film de, aynı oranda savaş karşıtı taraftarı. Belki bunun biricik istisnası, aslında o güne değin ve ondan sonra da daima sıradan filmlere imza attığı hâlde, açıklanamaz bir biçimde sinema tarihinin en büyük filmlerinden birini kotaran Lewis Milestone’ın All Quiet on the Western Front/Garp Cephesinde Yeni Bir şey Yok’u. Tıpkı Eric Maria Remarque’ın aynı adlı romanını okumak gibi Milestone’ın filmini izlemek de insana sahiden modern zamanlarda savaşın ne olduğunu bütün yalınlığıyla ve apaçıklığıyla göstermekte. Fransızlar’la Batı Cephesi’nde çarpışan ‘gönüllü’ bir Alman lise öğrencisinin gözünden anlatılan savaş, hiç bu kadar gerçekçi ve aynı zamanda savaşın ne olduğunu ele verici kıratta olmamıştı.

Büyük şirketlerin bünyesinde çekilen ve savaş karşıtlığı havası veren filmlerin, barındırdığı öğelerin düzayak anlamlarına bakıldığında aldanmak kaçınılmazlaşabilir. Çünkü Hollywood’un bu tür savaş karşıtlığı şu hileye dayanır: Kimileyin savaşın kızgın bir anında, savaşın kaderini belirleyen hamleyi mümkün kılabilmek ve savaşın kendisini kazanabilmek için küçük bir cephede kaybetmeyi göze almak gerekir. İşte Hollywood işi filmlerdeki savaş karşıtlığı da bu temele dayanır: Başka yönetmenler savaş karşıtlığını işleyerek ‘savaşı’, bu arada dünyanın parasını da kazanacaklarına, sağ gösterip sol vurarak niçin ben kazanmayayım? Üstelik buna, Bağımsızlar denilen ve Hollywood’daki devasa ekonomik çarkı paylaşan büyük şirketlerin yarı-resmi küçük girişimleri hâline gelen küçük yapım ve dağıtım şirketlerinin ürünleri de dahil.

İşin özü şu: Hollywood, savaş karşıtlığı söyleminin saygınlığını da, ekonomik getirisini de hiç gözden çıkarmadı. Bunu nereden mi anlıyoruz? Dünyaya savaş karşıtı gibi gösterilen yukarıda örneklediğim filmlere Amerikan ordusunun sağladığı bilgi ve donanım desteğinden.

*** 

“Amerikalılar Kazanmayı Sever”

1969 tarihli ve Franklin J. Schaffner imzalı Patton – Lust for Glory/General Patton, savaş filmleri içinde, barındırdığı kimi nitelikleri yüzünden ayrıca anılmayı hak ediyor. George C. Scott’ın hastanede bir askere attığı tokat sahnesinden veya Oscar ödülünü reddetmesinden kaynaklanmıyor bu başarı. Daha açılış sahnesinden bile ‘başka’ türlü bir filmle karşı karşıya olduğunuzu, hele Patton’ın konuşmasıyla farklı lezzetler tadacağınızı hemen kavrıyorsunuz. Dev gibi bir Amerikan bayrağının önünde General Patton’ın askerlerini ölmeye davet eden bir nutuk çekme sekansıyla açılan filmin açılış sekansı, sahiden de konumuza ışık tutacak ipuçları içermekte.

General Patton’ın bu konuşmasına bir kulak kabartalım: “Askerler… Amerika’nın savaşmak istemediği, savaşın dışında kalmak istediği üzerine duyduğunuz bütün bu boş lâflar, fazlasıyla at pisliğidir. Geleneksel olarak Amerikalılar savaşı severler. Sizler çocukken, şampiyon misket oyuncusuna, en hızlı koşucuya, ligin büyük topçularına, en sert boksöre hayranlık duydunuz. Amerikalılar kazanmayı sever ve kaybedene hoşgörü göstermez. Amerikalılar her zaman kazanmaya oynarlar. Kaybettiği hâlde gülen birisine, cehenneme gitmesi için küfür bile etmezdim. Bu nedenle Amerikalılar bir savaşı asla kaybetmediler ve asla kaybetmeyeceklerdir çünkü kaybetme düşüncesi bile Amerikalılar’da nefret uyandırır.”

Başka bir şey eklemeye gerek var mı? Belki yalnızca şu: General Patton’un bu sözlerini film icabı sanmak ne kadar yanıltıcı.