Hikâyenin sonu

Bir zamanlar bu ülkede şiir ve hikâyelerin, şimdiki gibi satmayan dergilerde değil, günlük gazetelerde yayımlandığını hatırlatmak kime ne söyler?

Ve yayın karşılığında kâfi miktarda telif alınabildiğini.

Demek ki bırakalım günlük gazeteleri, edebiyat dergilerinin bile hikâyeye para ödememeleri, hikâyenin bittiğinin bir çeşit göstergesi. Fakat elbette hikâyenin bittiğinin asıl göstergesi, bu edebiyat türünün daha önceleri insanlar üzerinde ne çeşit etkiler uyandırabiliyorsa, ne gibi karşılıklar buluyorsa artık bunların gerçekleşememesi… İster okurda bulalım sorunu ister hikâyecide, sonuç değişmiyor; durum bu.

Peki, niye bitti hikâye? Hem bize mi özgü bu tükeniş yoksa dünyanın öbür yerlerinde de bize benzeyen kültürler var mı? İlkin İkincisini karşılayalım: Bütün dünyada bitti hikâye. Gerçi bizim, burada da özel bir durumumuz var ama Batıcılar zil takıp oynayabilir, bu kez dünyadan geri kalmadık.

Tıpkı bir zamanlar kendi tahtını terk ettiği romanın bitişi gibi acı bir son bu. Hikâyenin bitişinin sebebi, ne insanın emeğinden çok zihni üzerinden geçinmesini sağlayan iş tutuş biçimindeki değişiklik yalnızca, ne de onun dışındaki kimi etmenler: sinemanın doğuşu, televizyonun umulandan çok daha fazla yaygınlaşışı, internet ve elbette basının dünyanın bütün insanlarına mutlaka söyleyecek bir şeyler buluşu…

Bir zamanlar bir masal vardı

Kimi eleştirmenlerin savunduğu gibi, “Zaten bu gelişmeler olmadan da hikâye bitmişti çünkü teknik ve bilim alanındaki ilerlemeler insanın düş gücünü ve düşlere olan ilgisini zaten yeterince köreltmişti. İnsanlar düşlenmiş bir hikâye yerine apaçık algılayabildiği bir olguyu tercih etmeye başladılar.” diye düşünmek ne kadar mümkün acaba? Öteki gerekçelere göre sonuncusu daha bir gönül çeliyor değil mi?

Günümüzde de dünyanın bütün çocuklarının masal dinleyerek büyüdüğünü mü umanlardansınız yoksa? Hangi çocuk ruhu, en çok gereksindiği evrede hayalini kışkırtan ve onu insan-toplum-nesne ilişkilerine fark ettirmeden hazırlayan, zihnini dünyaya ayarlamasını kolaylaştıran masalların yokluğunun bıraktığı boşluğu bir benzeriyle doldurabilir? Hangi şey, var olmayan tiplemelerle dolu bir olay örgüsü üzerinden var olanlar dünyasına özgü gerçekleri işaret eden masalın yerine geçebilir? Hangi yetişkin, çocukluğunda tatmadığı, düşlemediği bir dünyanın kendisi ne, neler verebileceğini düşünebilir?

Zamanımızın insanlarını öncekilerden ayıran niteliklerinden biri de hangi dünya görüşüne mensup olurlarsa olsunlar, neye inanırlarsa inansınlar, birincil sorumluluklarının doğum ile ölüm arasındaki bu dünya hayatının niteliğini, sizi rahatlatacaksa sorumluluğunu da diyebiliriz, öbür kabullerini zorlayacak kadar önemsediklerinin ayırdına varmalarının engellenecek mekanizmalarla kuşatıldıkları. İster Budist olsun, ister Brahman, ister panteist olsun, ister ateist, zamanımızın insanı, dünyada olup bitenlerin öncesi ve sonrasıyla, eskiden olduğu denli ilgili değil. Varsa yoksa ‘ân’. 

Ortak algı, ortak beğeni

İşte asıl bunun sebepleri kavrandığında hikâyenin bitişini hazırlayan etmenlere de yakınlaşılır. Soruna böyle yakınlaşıldığında, televizyon dizilerinin, bilimkurgu filmlerinin, alt düzeyli fantastik edebiyatın, aslında hikâyenin karşısında değil, belki onun hükmünde, ona tabi birer öğeler olduğu görülebilir.

Zamane insanını öncekilerden ayıran ve demin andığımız niteliğe yapışık bir başka durum da, çağdaş insanın gittikçe birbirine benzetilmesi, tekdüzeleştirilmesi: ortak bilgilenme süreci, ortak algı düzeyi, ortak beğeni eşiği, ortak yaşama mekânı, ortak çalışma ortamı, dahası ortak düşünme ve hissetme formları… Bunca ortaklık sonrasında hiç ortalıkta hikâyenin dolaşacağı alan kalır mı? Bunca ortaklık, insanlar arasındaki farkları ortadan kaldırdığı kadar, insanların birbirlerine gereksinimlerini azaltmaz mı?

İnsanın bıraktığı bu boşluğu ne doldurdu dersiniz? Makine! Her cinsten alet, edevat…

Öyle metal yığını kocaman aletleri akla getirmenin gereği yok. Sanırım ilk gördüğünüzde sizi de benim kadar şaşırtmıştır: oklava boyunca ama çomak kalınlığında bir çubuk; ucunda, parmaklarını hafifçe ayalarına doğru bükmüş bir el. Sırtı kaşımaya yarayan bu aletin üretildiği bir dünyada hangi zihin ve ruh ihtiyacına karşılık verebilir ki bir hikâye?

 Ben ve kendim: Bizzat ve şahsen

 İnsanın kendi kendisine yetmesini ve handiyse cinselliğini bile bir türdeşine gereksinmeden ‘yaşayabilmesini’ mümkün kılan çağımız, aynı zamanda insanı kendi kendisine hapseden bir düzeye indirgemiş olmuyor mu?

Kendi mahzeninde tutuklu bir insanın, bir başkasının birikimlerine, gözlemlerine, duygularına, bilgilerine, görgülerine, kaygılarına, korkularına gereksinmesi nasıl beklenebilir ki! Çünkü çağımız insanın bilme açlığını bilim ve teknoloji bilgilerinin kırıntıları, magazin haberlerinin ayrıntıları, en hafifinden tanıdık bildiklerin yaş tahtaya basmalarının dedikoduları yeterince gidermekte.

Öbür yandan, insanın kendini ifade etme gereksinimi de çağımızda en aza indirgenmiş durumda. İnsanın kendini modernitenin dayattığı kuralları zorlayarak anlatabilmesi, neredeyse psikoloğunun koltuğuna oturduğunda mümkün olabilmekte. Burada asıl, hikâyeci kendi derdine yansın. Çünkü handiyse bir tek o kendisine muhatap bulamamakta.

Modernite ve hikâye

Büyülerin ve büyücülerin cirit attığı, gecenin bir saatinden sonra her an bir canavarın pencereden bakan birine şöyle bir görünüvereceği; cinlerin, perilerin, gulyabanilerin insanlarla birlikte yaşayıp gittiği dünya artık yok. Bizim dünyamız, açıklanabilirlikler ve formüle edilebilirliklerin dünyası. Böyle bir dünyada olağanüstüye kim ihtiyaç duyar ki! “İyi ama asıl bilim ve teknikteki gelişmelerin katkısıyla modern hikâye türü, bırakın ölmeyi, başka bir bünyede çok daha büyük atılımlar gerçekleştiremedi mi?” diye karşı çıkan soruyu duyar gibiyim. Doğru. Hikâye, 17. yüzyıl sonrasında, bir kısım insanların gözünde daha öncekiyle karşılaştırılmayacak denli önem kazandı ve modern hikâye son üç yüzyılın en önde gelen zihni etkinliklerinden biri hâline geldi.

Ne ki insanlık tarihini aklımıza getirdiğimizde, bu son üç yüzyıllık gelişmenin, ancak ölmek üzere olan bir hastanın nekahet evresindeki canlanmasından başka bir nitelikte olmadığı görülür. Çünkü olağanüstüyü reddeden hikâyenin gideceği uç, olağandışı’dan başkası olamazdı. Olağandışı, yani aykırı tipler, sıradışı durumlar ve gerektiğinde çizgi dışı çözümlemeler… Böylelikle aykırı tiplerin geçici sarhoşluğuna kanan modern edebi hikâye, yerini ‘küçük insan’ın tahkiyesine bırakana değin gününü gün etti.

Sıradan insanı anlatan, küçük adam hikâyeciliği… Sıradışı tiplerden sonra mal bulmuş mağribi gibi sarılınan bu olgu da hızla tükenir çünkü okur bu tip hikâyelerde, dilediğinden çok kendisini bulur; dahası, kendisinden başka da pek bir şey bulamaz.

Tüm hikâyecilerin birincil kaynağı, ne kendisinden öncekilerin yazdıkları, ne de kendi yaşantısından süzdükleri. Hikâyenin beslendiği ana damar, kelimenin en geniş anlamıyla başkasının deneyimleri… Hele artık hiç esamisi okunmayan ve kimileyin elinde geleneksel sazıyla o köy senin, bu kasaba benim gezen hikâyeperdâz, yani bütün edebi hikâyelerin ana kaynağı tarih olalı beri, hikâye de ilk ciddi yarayı almıştı bile.

Edebi hikâye ile hikâyeperdâzın anlattığı arasında nitelik farkları sanıldığından da azdır. Çünkü her iki hikâyeci de muhataplarına göre, onların gereksinimleri doğrultusunda kurgularlar anlatacaklarını.

Günümüzde, şu ya da bu yayın organından, dünyanın en ücra köşesinde bile olup bitenlerden haberli oluyoruz ama artık önümüzde bizi çarpacak, hatta etkileyecek, kendimize pay devşirebileceğimiz hikâye yok. Dikkat edilirse, asıl bu haberliliğin, hikâyenin tahtına oturduğunu görürüz. Bir zamanlar hikâye ile kışkıran merak duygumuz, şimdilerde bir mastürbasyondan farklı olmayan yığınla ayrıntı üzerinden tatmin olmakta.

Bize ulaşan tüm bu haberler arasında kişisel açıklamamıza pay bırakan ya da bir başkasının açıklamasını zorunlu kılan yönler yok. Tümü bize açıklanmış, algılanmaya ve algılandığı gibi kabullenilmeye hazır hâlde ulaşmakta. Çünkü birilerinin, düşgücümüzün tahrik olmasından çekinmesi için haklı gerekçeleri var.

Öbür yandan, haber yalnızca yeni olduğunda bir değere sahiptir, ya hikâye? Hikâye öyle mi?

Anlam ve edebi haz

Hikâye, yalnızca bir kişinin değil bir kültürün hatıra ve hafızasıdır. Dolayısıyla burada şunu sormamız gerekli: kaçımız hafızasına ‘güvenebilmekte’? Kaçımızın bir başkasına anlatabileceği ayrıcalıkta hatırası var?

Üstelik bu haberli edilme, bize her olup biteni olay diye sunmakta. Olay, yani kayıtsız kalınarak edilemeyen. Sanki bu süreci kolaylaştırmak için mi ne, dilimizde var olan vak’a ile vakıa arasındaki ayrım da ortadan kaldırılmış durumda. ‘Olmuş bitmiş olan’ karşılığındaki vak’a ile ‘olduğunda işin rengi değişir’ havasındaki vakıayı birbirinden ayırmamak demek, sıradan bir olayı nadirattanmış gibi ya da kırk yılın başı olmuş bir olayı her gün yaşanıyormuş gibi sunmanın önünü açmak demek. Haber merkezli cağımız dünyasının son derece işine gelen bu durum, hikâye içinse tam bir ölüm fermanı… Çünkü ancak böylelikle olmuş olanlarda açıklanamaz bir yön bırakmamış izlenimini verebilirsiniz.

Hikâyeyi bir başına ayakta tutan öğe, açıklamanın el atmasına fırsat vermeden tasarlanabilmesi. Sonunda bir ‘kıssa’sı olsa bile iyi bir hikâye, okurun yorumunu önceler. Ancak okurun kendince açıklamalarıyla bir hikâye ‘gerçekte’ bitmiş olur. Bunun için de hikâyenin kurgusu, okurunun düşgücünü tahrik ederek onu olağanın üstüne çıkarmayı hedefler.

İnsanın anlam arayışında, öbür zihni etkinliklerin ulaşamadığı bir zindeliktir bu: Anlamı edebi bir haz üzerinden sezinletme… İşte ‘hikâye’.

Hikâyenin olağanüstü bir hamleyle küllerinden yeniden dirilebilmesi için, olağanüstü’yü olağanlaştıran öğelere ihtiyacı var. Demek ki ülkemizde hikâyenin küllerinden dirilmesini umacak kadar gözükaraların sığınacakları imanlardan biri ve oradaki imkânlarla beslenecekleri kaynak, evliya menkıbeleri niçin olmasın? Yahut unutulayazmış eski halk hikâyeleri, masallar, destanlar…

Marifet bütün bu malzemeyi, modern dil/edebiyat/sanat anlayışları doğrultusunda zamane insanı için yeniden üretebilmekte; uyarlama kolaycılığına düşmeden.

Postmodern üçkâğıt numaralarına da elbette.