Yaşadığımız yüzyıl, yani ahir zaman, kitlenin ilgi gösterdiği üç-beş sanat alanının yozlaştırılmış verileri dışında sanata kapalı; en çok da edebiyata. Bu yüzden de edebiyat, geçtiğimiz yüzyılda ilkin saygın bir konuma ulaştırıldı. Bu saygınlık, bizim çok rahat anlayacağımız türden bir saygınlık: ölüleri hayırla yâdediniz. Çünkü geçtiğimiz yüzyılda edebiyata çoktan bir anıtmezar inşa edilmişti. Başında Fatihalar, De Profindisler okundu; kırkı çıktıktan sonra helvaları dağıtıldı. Sık sık da temsili ölüm yıldönümlerinde saygıyla anılır oldu.
O yüzden de günümüzde edebiyatla ilgili söylenecek her ciddi söz, böylesi bir tespitle başlamak zorunda. Buna karşın edebiyat, çok dar bir kitlenin hâlâ birincil varlık alanında; bunun yanında da hayli geniş bir kütlenin merak odağında. Ülkemizde de durum yaban elleri aratmayacak bir biçimde. Fark şurada: Bizde edebiyatla varoluş merkezli ilgilenenler, hayatını edebiyata vakfedenler yani, yaban ellerle karşılaştırılmayacak denli azken, orada ancak bir meraklı olabilecek büyük bir yığın, bizde bizzat edebiyat üretme alanına eklemlenmiş durumda. Frengistan’da ne kadar edebiyat okuru varsa handiyse bizde o kadar yazar var. şu mahareti takdir etmemek mümkün mü! Dünyanın ikinci sosyoloji kürsüsünün sahibi ülkemiz, geçen zaman zarfında ilginç bir biçimde, kendisinden beklenmeyen bir ilke imza attı: Neredeyse her sosyoloji mezununu, bilfiil veya bilkuvve yazar yaptı; hem de ülke çapında.
Ülkemizdeki bu büyük edebiyat doğurganlığı yüzlerce dergiye, binlerce isme, bir o kadar kitaba zemin hazırlamakta ama (Elbette bir-iki istisna dışında.) ne yazık ki gerçekten de edebi değer taşıyan dergiye, gerçek edebi esere, hele hele gerçek yazara dönüşememekte. Cümlenin öğelerini bilmemenin maharetini şiir yazmaya dönüştüren şairler cumhuriyetinde yaşıyoruz. Bu yüzden de geleneğimizde ‘sözün sultanı’ kabul edilen, bugünse en pestpaye duygulanımların at oynatma alanına dönüştürülen şiir yerine, daha bir azınlığın sıvandığı hikâyeyi tercih etmek bana hep daha hakikatli bir tavır gelmekte.
Bence hikâye…
Bende hikâye, başka hiçbir biçimde dillendiremeyeceğim meramın ifade alanı…
Ve kendinden başka hiçbir şeye hizmet etmeyen, yalnız kendi hatırı için varolan bir uğraşı.
Zaten ne yüzyılımızın gizli tanrısı paraya yakınlaştıran, ne de bir mühendislik kadar itibar kazandıran bir şeyle başka niçin uğraşılır ki!
Nasıl bir ortamda yaşadığımın bilinciyle çağımın edebiyat/sanat bilincinin ulaştığı düzeyi muhatap almadığımı da eklemeliyim. Yalnızca yazarken değil, okurken de. Öte yandan, en temel edebiyat/sanat kurallarının başlıklarından bile habersizlerle kuşatılmış bir tarih diliminde yaşadığımı hiç aklımdan çıkarmıyorum. Buna karşın ben yine de yazdığım her cümlenin değil, kullandığım her kelimenin hesabını vermeye hazırlıklı olmaya titizleniyorum. Bu yüzden de muhatabım, açık söyleyecek olursam, yine kendi düşlediğim okur. Başka hiçbir yazı türüne göstermediğim bu özeni bir tek hikâye ve romanın hakettiğini düşünmekteyim zamanımızda. Şiir mi? Onu yukarıra söylemiştim.
Çağdaş anlamıyla ‘yazı’yı, gündelik hayatı zenginleştiren ve onun uzantısı sayan bir edebiyat anlayışı yerine, kurguda okurunu, yaşadığı dünyanın ötesinde başka bir dünyanın varlığını alttan alta anımsatan bir kurmaca diye anlıyorum. Hikâyeyi de yaşadığımız dünyanın dışında kurmacalanmış bir ortamda okuru gezintiye çıkarma diye saydığım için, ülkemizde birçoklarının düştüğü kıssa tuzağından uzak kalmaya çabalıyorum. O âlemde elde ettiği verileri kendi dünyasına taşısın diye elbette. Çünkü kıssayı aynen uygulamakla çağımız gerekliliklerinin farkında biri olarak yaşanılan şartlara yeniden uyarlamak arasında fark gözetiyorum. Çünkü modern insanın sorunlarının ancak modern bir dil ve ona uygun anlatım teknikleriyle dillendirilebileceğine inanıyorum.
Bu anlayışla elimden geldiğini, hikâye kılığında mutsuz bir azınlığa sunmayı tercih etmekteyim. Belki de ülkemizdeki bu mutsuz azınlık, günbegün sıfırı tükettiği için handiyse 20 yıldır elim hikâyeye varmamakta.
Gerçeklik ve kurgusal gerçeklik
Bizde de gerçekliğin aktarılmasında öncelenen yordam söz esaslıydı. Sözlü geleneğin dışarıda bırakılmasıyla yeri yazıyla doldurulmuş gibi görünen, aslında sözün gücünü öldüren yazı, en kestirme ifadesiyle anlam’a sınır getirdi. Anlama sınır getiren yazı, kendine özgü anlatım olanakları da sunmadı değil ama bu olanakların sağlıklı kullanımı bir yana, kendilerinden kural gereği haberdarlık bile, hele son yüzyıllık tarih dilimimiz içinde söz konusu bile edilemez. Çünkü biz harf değiştirirken yalnızca bir takım anlamlara işaret eden simgeleri değil, kendine özgü bir ruhu ve o ruha özgü duyarlılığı da değiştirdik.
Değişen harfler, bize yeni anlam alanları kazandırmak yerine yeni boşluklar, yeni belirsizlikler doğurdu. Üstelik tüm dünyaya meydan okuyacak bir anlam ve anlatım kudretine sahip olmanın en üstün semerelerini devşirmeye hazırken gerçekleşti bu kesinti. Kesintiye uğramış bir medeniyetin zihni emekleme dönemindeki bir nesli olarak kaderimiz, anlatma gücüyle değil anlaşma arzusuyla sınırlı.
Bu sınıra bir de yazının kendisinin getirdiği ‘sınır’ı eklerseniz, genelde sanatımızın, özeldeyse edebiyatımızın ve konumuz gereği hikâyemizin kudret sınırlarının sığlığının etmenini de bulmuş olursunuz. Edebiyat üzerine söylenecek her söz, ne yazık ki bu acı gerçekle başlamak zorunda.
Hikâye bir gerçeklik aktarımı olmadığı, hikâyeci bir hakikatperest olmadığı hâlde, hikâye ile gerçeklik arasında yine de bir bağ vardır ve bu bağ, hikâyenin ‘gerçeklik’i (kendi gerçekliğini) aktarımında ortaya çıkar.
‘Gerçeklik’e yönelik tavır farkları
Genel anlamıyla gerçeklik iki türlü aktarılır. Birinci yola göre ilkin bir konuda daha önce nelerin söylendiğinden yola çıkılır, ‘ne’nin ve ‘nedir’in karşılıkları aranır; bulunanlar kendince derlenir. Derlenenlerden, bütün zamanlar için geçerli sonuçlar çıkarılacak biçimde sınıflandırılır. İkinci yolsa alıntılara gerek görmektense savlarını büe gerekçelendirmeden, düşünme biçimini çoğun yoksayarak düşünceyi aktarma diye özetlenebilir.
Bu bağlamda felsefe-bilim’in bir savlar yığını olduğu ve bu savların hesabının verilmesi gerektiği, bu hesabın da tarihi arka plan, denel gerekçe, denenebilirlik ve denetlenebilirlik olduğu anımsanmalı. Demek ki felsefe-bilim, bilme ve öğrenme arzusunun sistematiği, sanat ise duyma ve duyumsatmanın…
Sanatın hayatı taklit etmesi çoktan gereksizliği anlaşılmış bir hata. Hatta yaşanılanın yazılması, olanaksızlığı bir yana sanatdışılıktır da. Ama yazmak ile yaşamak arasındaki uçurumu güçlendiren bir metin ne denli edebiyat? Yaşanılan ancak yaşayanı ilgilendirir. Okurun ilgisini çekmekse sanatçının görevi. İlginçlik ne yaşanılmazlıktan medet ummayı gerektirir ne de abartıyı.
Felsefe-bilim yeni ve özgün bilginin değil doğru bilginin peşinde koşar; sanat ise handiyse bunun zıddına bir arzuyla yola çıkar. Buna karşın sanat bilgisi, yöntemsel ve sistematiklik bakımından felsefe-bilimle aynı kulvarı kullanır. Fakat doğası gereği o, olgular bilgisini değil yaratma bilgisini içerir. Eğer yazmayı kelimelerle beste yapmak diye alırsak bu anlamda hikâye, olgular tarafından yönlendirilen temanın belirlediği sınırlar arasında sıkışıp kalan değil, olguların oluşturduğu birikintinin üzerine çıkarak okurunu dilediği yere sürükleyen, muhatabını da kurgulanmış bu yeni mekâna taşıyan bir izsürücülüktür.
Kurgu Metinleri ve Olay
Edebiyatta olayın farklı boyutlarda rol aldığını kabullenmek, hikâyede de olaya başrol vermek anlamına gelmez. Tersine hikâyede olayın rolü figüranlıktan da aşağıda; neredeyse, kalabalık bir sahnede kameranın görüş alanından şöylesine geçen bir figürancık.
Hikâyecinin görevi, en rahat söylenişiyle yersiz bir gayretkeşlik çabasıyla olayları düzayak anlatmaktansa akışın içerisine yedirmeye çalışmak.
Hikâye olay anlatmaz; bir olay bahanesiyle kendini konu kılarak efsaneleştirmeye çabalar.
Her konu, dilendiğinde okuru gözyaşlarına boğan bir trajediye taşınabilir bir karakterdedir ama yazar, anlattıkları üzerine örülen duvarda yükselen birinden çok, anlatmayı tercih etmedikleriyle kurulu tramplenden okurunu sıçratarak hissettirdikleriyle büyüyen biri.
Demek ki hikâyede olayın yeri bu. Çünkü hayat, sanatçıya ancak model sunar.
Bir de işin kolayına kaçmaya göz atalım.
Yalın bir dil masalı
Her gerçek edebiyat heveslisinin sanatsal vasiyetinin ilk ilkesi şudur: Kimse arkamdan “Merhum, yalın bir dille, akıcı bir üslupla kaleme aldığı ve herkesin okumasını hedeflediği yazılarında…” diyememeli! Arkasından böyle bir cümle yazdıran biri, yaşarken sanatı öldürmüş hükmündedir; sanatçı değil, sanat katilidir.
Bugüne değin kitleyi hedefleyen hiçbir gerçek sanat anlayışına rastlayamazsınız. Belki kitlenin bunuduğu durumu hesaba katan ama aynı zamanda onu, bulunduğu o konumdan mümkün mertebe yukarılara taşımaya da niyetlenen, en azından kalabalığa, içinde bunuduğu durumun huzursuzluğunu hisssettirmeyi amaçlayan bazı sanat ve edebiyat anlayışlarına rastgelmekteyiz. Öte yandan, belki kitleyi avlamaya yeltenen, kitleyi bir yerlere taşımayı amaçlayan, fakat son tahlilde kitleden birkaç kıl koparmaya yönelik sanat kıpırdanışları görülebilir. Dikkat ederseniz, moda gibidir bu anlayışlar ama. Saman aleviyle kaderdeş… Bu kıpırdanışlar da sanat yöntemlerini kullanarak icrayı sanat eyleme yerine, düpedüz bir başka amaca yönelik icra içindedirler. Sonuçta ürünleri sanata yakın düşse de eylemin ve anlayışın kendisini sanat saymak doğru olmaz.
Sanat ve bu bağlamda onun bir şubesi konumundaki edebiyat, ne yaratma sırasında kolaylık’la ilintilenebilecek bir uğraştır ne de okuma aşamasında. Sanat ve edebiyat, gerçeklik’in hatırını dostun hatırından üstün tutanların uğraşı olabilir ancak. Öte yandan, zengin anlamıyla okur öylesine kolaycılığa alıştırılmış ki gördüğünü, görmek istediğinden başkaya yormayı aklına getirmiyor bile. Ama sanatkâr dediğin, karanlığa seslenen biri değil ki! Şartlarını ve muhatabını göze almak zorunluluğunda.
Edebiyatta ve sanatta işin kolayına kaçmak belki şöhret getirebilir ama ya keyfiyetin hakkı?
Elimizi attığımız her hikâye kitabını, her romanı, “Bu kitap gelecek yüzyıllarda da raflarda yerini muhafaza edebilecek mi acaba?” süzgecinden geçirme ilkesini yabana atmamak lâzım galiba.