Zaman, mekân ve şahıslar değişir, fakat İlahî menşeli ise dâvâ değişmez. Bir Müslüman’ın dâvâsının nasıl olması gerektiğini, Bursa’nın fethi sürecinde Osman Gazi hazretleri, oğlu Orhan Gazi hazretlerine “Davamız kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Bilakis dâvâmız İslam dâvâsıdır…” diyerek özetlemişti.
Demek ki, insanın ‘dâvâ’ dediği şey, ya insanı ateşe götüren dünyalık, ya da İslam’ın sancağını dalgalandırmadır. Neticede, kişi ya dünya nimet ve şöhretiyle yetinir, ya da rıza-ı bârîyi kazanmanın yolunu arar.
Bu minvalde, Anadolu özelinde İslam topraklarını savunmak sıradan bir toprak müdâfaasından ibaret bir şey değildir.
Libyalı İslam Tarihi Profesörü Ali Muhammed Sallabî, Osmanlı’nın bu dâvâyı gütmesinin neticesinde; Afrika’nın, Arap dünyasının neler sağladığını şu cümlelerle özetliyor:
“Eğer Osmanlı Devleti ve onun şerefli, mücahid, yüce sultanları olmasaydı, Araplar şu anda ya Hıristiyan ya da Şii olurlardı. Bu geniş Arap toprakları muhtemelen Portekiz, İspanya, Fransa, Hollanda, İngiltere ve İtalya’ya bağlı silme Hıristiyan bölgeler ve eyaletler olurdu.
Şunu bilelim ki, Osmanlı’nın 1517 ile 1917 yılları arasında Portekiz, Hollanda ve İngiltere işgallerine karşı Yemen’i, Haremeyn’i (Mekke-i Mükerreme’yi ve Medine-i Münevvere’yi) savunurken verdiği kayıplar ve şehitler, onun Avrupa fetihlerine karşı verdiği şehitlerden ve kayıplardan çok daha fazladır.
Sonra da kalkıp Osmanlı Devleti’ne iftira ederek, “Arap ülkelerini işgal etti, zenginliklerini sömürdü, Arapları köleleştirdi ve cahil bıraktı” diye itham ediyorlar. Oysa bu asla doğru değildir.
Şimdi şöyle bir soru soralım: Bunlar, Osmanlı Devleti’ni bu yalanlarla kim adına suçluyorlar? Osmanlı Devleti yıkılalı bir asır oldu, Araplar bu uzun süre içerisinde neyi başardılar?
Hiçbir şey başaramadılar, sadece bu uzun süre boyunca Batının sömürgesi oldular. Sonuçta, Arap halklarını bu iftiraların sahipleri fakirleştirdiler, cahil bıraktılar, sömürdüler, onları birbirleriyle boğazlaşan, birbirlerini öldüren gruplara ve kabilelere ayırdılar. Oysa onlar, Osmanlı Devleti sayesinde tek millet, tek toprak ve tek yürek idiler.
Allah (c.c.), Abdülhamid Han’a rahmet eylesin! O, Arap ülkelerini kast ederek şöyle demişti: “Eğer biz bu topraklardan çekilirsek, oralar gelecek yüz yıl boyunca İslam’ı da, istikrarı da tanıyamazlar…” Dediği gibi olmadı mı?
Savunma meselesi
İslam; canın, aklın, dinin, malın ve neslin muhafazasını emreder. Bu aslında aynı zamanda bir savunma emridir. Demek ki, savunma sadece memleketin korunmasından ibaret değil. Hele ki, leş yiyici yırtıcı sırtlanların çevremizi kuşattığı, baykuşların üzerimize uçuştuğu bir dünyada Müslüman, düşmanından emin olmak zorunda. Bunun için hem uyanık olacak, hem çalışacak, hem de ayağını, yüreğini ve aklını sabit kılacak.
Aklını batıya, gönlünü batıla kaptıran Müslüman’ın ayağı sabit olamaz.
Müslüman aklını İslam’a, gönlünü Allah’a teslim eder ve tedbirlerini de alırsa korkmasına gerek olmaz.
Bunu yapabilmek için de Hakk’a ittiba, Sünnet-i Seniyye’ye uyma, ilme ve adalete riayet, düşmanın silahından daha etkilisiyle silahlanmak şart.
Ceddimiz Selçuklu, bayrağını; iç içe geçen iki kareyi birleştirerek meydana getirmişti. Ama bu basit ve mânâsız iki geometrik şekilden ibaret değildi. 8 köşeli Selçuklu yıldızı; merhamet, şefkat, sabır, doğruluk, sır tutma, sadakat, cömertlik ve Rabb’e şükür mânâlarını ihtiva ederdi. Bunlar da savunmanın ana sütunlarındandı.
Migros Türk’e muhtaç ülkeden sonra…
Arap rejimlerinin bugünkü hâli, bizim 40’lı, 50’li, 60’lı ahvalimize ne kadar da benziyor değil mi?
CHP’nin eski İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan, “Başkent gölgesinde İstanbul” adlı hatıratında şöyle anlatır: “Demokrat Parti üst yöneticileri, abartılı bir Migros hayranlığı içinde, her derde deva olarak gördükleri İsviçre’nin bu süpermarket firmasını ülkemize kazandırmanın çok hayırlı bir iş olacağına inanmışlardı.
Bu yüzden devlet, “Migros Türk” adı altında İsviçreli ortakla bir şirket kurdurmuş ve bu şirkete akla hayale gelmedik ayrıcalıklar tanımışlardı. 27 Mayıs’ı yönetenler de, Migros Türk’ten mucizeler bekleme konusunda Demokratlardan farklı değildi. Ancak askerler, şirketteki kamu hisseleri ile birkaç üst düzey yöneticinin ortaklıktaki paylarını, Et ve Balık Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi ve İstanbul Belediyesi’ne devretmişlerdi. Büyük ortak, yine İsviçreli Migros’tu.
O yıllarda kamuoyunda pahalılığın sebebi olarak “aracılar” görülür. Aracı, yani her türlü komisyoncu, bir tür halk düşmanı sayılırdı. Migros Türk, işte bu zararlı aracıyı ortadan kaldıracak ve “üreticiden tüketiciye” satış yapacak, böylece ucuzluk olacaktı. Türkiye’de trafikte araçlara korna yasağı konmuştu. Migros Türk için bu yasak geçersizdi; onun melodili bir kornası vardı ve satış kamyonları o kornayı istedikleri gibi çalarlar, kimse karışamazdı. İthal ikamesinin uygulandığı o yıllarda, pek çok şeyin ithali kotalara ve izne bağlıydı. Çok güç bulunan, hatta karaborsaya düşmüş olan akümülatör ithal müsaadesi Migros Türk’e verilmiş, böylece, mesleği akü ithalatı olan firmaların hakkı yenmişti.
Migros Türk’e tanınan ayrıcalıkların en akla sığmaz olanı, ona tahsis edilen mekânla ilgiliydi. İstanbul Belediyesi, herhalde şehir plancılığı derslerinde öğrencilere yanlış planlama örneği olarak yıllarca okutulacak bir hatalı planlama yapmış ve yaş sebze ve meyve halini, şehir merkezinde, trafiğin en yoğun ve en problemli noktasında, Eminönü’nde, ana caddenin üstünde, Haliç sahilinde kurmuştu. Bu, akıl almaz bir hataydı, çünkü hal, trafiği en olumsuz yönde etkileyen, çevresine devamlı sorun yaratmasıyla bilinen bir kuruluştu. Haller, bütün dünyada şehir merkezine uzak, kendi çevresiyle bir düzenleme getiren kuruluşlar olarak planlanırlar.
O tarihte İstanbul’un merkez belediye sınırları içindeki nüfus 3 milyon, çevre belediyelerle birlikte 6 milyonun üstündeydi. Yasa gereği, bu 6 milyon kişinin tüketeceği bütün yaş meyve ve sebzenin bu halden geçerek satışa çıkması gerekirdi. Yapılan hal iki binadan oluşuyordu ve o kadar ufaktı ki, ihtiyacın yüzde birine bile yetmeyecekti. Buna rağmen, binaların birisi, yani hal kapasitesinin yarısı, Migros Türk’e verildi; üstelik son derece düşük göstermelik bir kira karşılığında. Migros Türk’ün ihtiyaçları her şeyin önünde geliyordu.
Migros Türk için, yeşil sahalar içinde, belediye tarafından, yani devlet eliyle kaçak dükkânlar yapılmış ve bunlar da sembolik kiralar karşılığında Migros Türk’e tahsis edilmişti. Et ve Balık Kurumu, Migros Türk’e düşük fiyatlara et ve et mamulleri vererek; Toprak Mahsulleri Ofisi, devlet imkânlarıyla ithal ettiği pirinci düşük fiyatlara Migros Türk’e aktararak haksız rekabeti açık bir biçimde devlet politikası haline getirmişti.
Göreve başladığım zaman, Belediyemiz, çok küçük bir pay ile bu Migros Türk’ün en küçük ortağıydı. Bir gün, Migros Türk’ün Yönetim Kurulu Başkanı, beni görmeye geldi. Gelen kişi galiba Fethi Çelikbaş’ın kardeşiymiş. Soyadı Çelikbaş’tı. Bana şunları anlattı:
Migros Türk’ün İsviçreli müdürünün, nasıl bir iş ise, bir örtülü ödeneği varmış. Yönetim kurulu toplantısında, Türk temsilcilerden birisi, hatırımda yanlış kalmadıysa TMO temsilcisi, bu örtülü ödeneğe itiraz etmiş. Yönetim kuruluna açıklanamayan böyle bir gideri kabul edemeyeceğini bildirmiş. Bunun üzerine kriz çıkmış, İsviçreliler darılmışlar, hisselerini satıp gitmeye karar vermişler. Çelikbaş, Başbakan’ın yakını olduğum için benden, Ecevit›in İsviçre Büyükelçisi›yle konuşup İsviçrelileri bu kararlarından vazgeçirmesini sağlamamı istemeye gelmiş.
Ona, İsviçreliler giderlerse ne kaybedeceğimizi sordum. Çelikbaş ciddi ciddi, İsviçreliler giderse, bizim bu işi yapamayacağımızı ifade etti. Bir defa, İsviçreliler, ülkelerine sık sık gidip geliyor ve gelirken, kamyonlar için ülkemizde bulunmayan yedek parçaları getiriyorlarmış. Onlar giderse, kamyonlar parçasızlıktan yatarlarmış. Ayrıca, İsviçreliler bu işin uzmanıymışlar, onlarsız olamazmışız. Aman İsviçreliler gitmesinmiş! Bundan önce de, başka bir nedenle, yine gücenmiş ve gitmeye karar vermişler, o zaman da hükümet nezdinde müdahaleler yapılmış. Başbakan şahsen ilgilenerek başımıza gelecek felaketi önlemiş.
Duyduklarım beni hem üzüyor, hem de fena halde kızdırıyordu. Kırıcı bir ifade kullanmamaya gayret ettimse de, ağzımdan şu sözler çıktı:
“Siz, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının, İsviçrelilere, ‘Biz on beş yıldır bakkallık yapmasını öğrenemedik, aman gitmeyin, yoksa batarız’ demesini istiyorsunuz. Ben Başbakan’dan böyle bir istekte bulunulmasını kabul edemem. Giderlerse giderler; siz de bu işi yapmasını öğrenirsiniz…” dedim.
Yönetim Kurulu Başkanı Çelikbaş, bana öyle bir bakış fırlattı ki, hiç unutamam; veda etmeden gitti.
Durumu Ticaret Bakanlığı’na bir yazı ile bildirdim ve bu işi bir daha takip etmedim. Kısa bir zaman sonra İsviçrelilerin hisselerini, Koç Grubu’na sattıklarını öğrendim. Sonrasını hep beraber biliyoruz. “Migros Türk”ün ismi sadece “Migros” oldu. Koç Grubu, şirketteki hisselerimizi artırmamızı istedi. Belediyemizin böyle bir yatırıma ayıracak parası yoktu. Teklifi kabul edemedik…”
İsviçreliye muhtaç
15 milyon…
Bu iktibas, nereden bakarsanız bakın hani şu batı hayranı 15 milyon genç yaratmakla övündükleri Cumhuriyet devri Türkiyesi hakkında çok net bir fotoğraf çekiyor. Bu hâtırat, hem CHP’nin elindeki sürünen ülkenin bugün nereden nereye geldiğini, hem de nimetin kıymetini bilmediğimizi göstermesi bakımından mühim olsa gerek.
Dünya görüşü veya inancı ne olursa olsun batı karşısında kompleksten kurtulamayan hâlâ o kadar çok ki, bunları nasıl adam etmeli?
‘Savunma meselesi ile bunun ne alakası var’ diye sormazsınız umarım!