İyi insan yoktur. Aynı zamanda kötü insan da. (Kalbi mühürlenenler ve kalbi temizlenenler dışında elbette.) Ancak iyilikle kötülüğü, içinde harmanlayan insan vardır. Ama mesele de burada: Bu harmanın çoğu neden müteşekkil? (“Neden” kelimesinin artık gittikçe seyrekleşen doğru kullanımının bir örneği…) Bir tek çocuklar, insanları iyi ilâ kötüden bir tanesine yerleştirme gayreti güder; tasnif kapasiteleri henüz elvermediği için.
‘Ucuz’ filmlerin ve çizgi romanların tasnifiyle çakışır bu kabul. Çünkü en çok çocuklar, kendilerini emniyette hissetmek ister. O yüzden de her çocuk bu emniyet hissini yaşayabilmek için, zaten yeterince isabetli değerlendiremedikleri dış dünyadaki olguları, durumları ve elbette insanları, şerlerini görmezden gelerek hep hayra yormaya meyleder. Tabii erken yaşta masumiyeti zedelenmemişse.
Sahiden Tanışıyor muyuz?
İnsanların çoğu, içindeki iyiliğin veya kötülüğün yekdiğerine galip gelmesini göze alamayan bir acziyet içerisinde ömür tüketir. O yüzden de kâh birine meyleder, kâh ötekine. Ama dışyüzleri hep ‘iyi’ bir görüntü arzeder. Arkasını göstermeyen o aynaya şöyle bir yakından bakmak, barındırdığı katran karasını görmek için yeter de artar bile. Dikkatli bir nazar; meselâ birlikte yemek yemeye, geziye çıkmaya, hatta alışveriş etmeye dahi fırsat bırakmadan o insanın ruhunun röntgenini şaşmaz bir kesinlikte çekebilir. Ne ki hakikatte pek az insan o katran karası kötülüğü görmeye cesaret eder. Karşısındakinin içindeki kötülüğü görmesi demek, sıranın kendisine de gelmesi demek çünkü. En iyisi görmezden gelmek diye kabul edilir çoğunlukla. İşte bu yüzden insanoğlu varolduğu ândan itibaren her daim yekdiğerini aldatmadan yahut yekdiğerine aldanmadan duramaz.
Çevrenizdekilere bu gözle bakmadığınız takdirde siz de tanıdığınızı, bildiğinizi, hatta şahsiyetinden emin olduğunuzu yeri geldikçe beyan ettiğiniz ahbabınızı gün gelir bambaşka bir mahiyette bulursunuz. Hâlbuki aslında o zerre miktar değişmemiştir. Ta en başından beri neredeyse yine oradadır: İyilik ile kötülüğün orta noktasında. Öyle ya, bir insan iyilik ile fenalıktan hangisine yönelse ötekinin kuvvetinden, yaratıcı itkisinden mahrum kalacaktır. O yüzden de çoğunluk (hakiki manâsıyla) münafıklık fıtratını tercih eder. Bir buna meyleder canı gönülden, bir öbürüne. Ve hangi hâl üzerindeyse onu içselleştirecek argümanları başucundan hiç eksik etmeden hem de.
Toplumun Ötekisi
İşin toplum tarafı az ilginç değil.
Her toplum kendi ötekisini icat eder. Kendi varlığını idrak için mecburdur buna. Tıpkı birey gibi. Birey de kendini ilkin annesi, ardından kardeşleri ve nihayetinde arkadaşları üzerinden idrak etmiyor mu? Bu idrak aşamasında bireyler gibi topluluklar da kendi idrak süreçlerini tamamlamak için nadiren yukarıya bakmaya ihtiyaç hisseder. Evet, yeryüzünün bu en tuhaf varlığı, kendini tanımak için kendinden aşağıdakine ihtiyaç hisseder.
Peki ya yoksa?
Yoksa icat eder.
Nasıl mı? Şöyle:
Şimdi gözümüzün önüne geçen yüzyılın bir köyünü getirelim; bir Anadolu köyünü. Camii ve köy meydanını çevreleyen sıra sıra evler… Arada mesafe açılmadan, çoğun farklı akrabadan müteşekkil birkaç mahalle… Muhtarıyla, ağasıyla, okuluyla, belki sağlık ocağıyla, kahvehanesiyle, köy odasıyla, çeşmesiyle, otlağıyla, merasıyla, bağıyla-bahçesiyle tamı tamına bir Anadolu köyü bu.
Fakat köyün gizli mütemmim cüzünü saymadım: köyün delisini!
Evet, köyün delisi, en az cami kadar, okul kadar, köy odası kadar ve çeşme kadar köy tasavvurumuzun merkezi bir fakültesi.
Günah Keçisi
Toplumun en küçük ama aynı zamanda kendi imkânları içerisinde en yetkinlik arzeden bütünlüklü tabakası durumundaki köy, kendisini delisiyle tamama erdirir. Demek ki deli, köyün en mühim şahsiyeti. Hatta muhtardan bile. Ve ağadan.
Köylü, içinde yaşadığı köyde bir deli yoksa onu bizzat icat eder demiştim. Bir kıza âşık ederek, anasına-babasına zulmederek yahut kendisine verilen mühim bir sözden cayılarak, ne bileyim, hakkına tecavüz edilerek. Üzerine üzerine gidilir birinin ve ortak maşeri vicdanın müsaadesiyle adım adım o şahıs delirtilir.
Peki bir insan hemcinsine bunu niye yapar? Kendisi delirmemek için. Ah bir inanabilsek zulmetimizin koyuluğuna.
Bireyden değil de toplumdan bahsediyorsak da o toplumun kendi ortak ruh sağlığını korumak adına icat edilir bu günah keçisi. En basitinden “Deli biz değiliz, şu!” diyebilmek için.
Evet, biz akıllıyız, o deli. Biz iyiyiz, şu kötü.
Delisiz Köy Olmaz
Köyün delisinin bunca sevilmesinin sebeplerinden biri de bu. Frenkler’in soytarısı vardır, bizim delimiz. Birinin aşağıdalığı muvakkatendir; üstelik ücreti mukabilinde elbette. Ötekininse daimi ve bilâbedel.
Gariptir, bir birey de, bir toplum da kendisine bir norm belirleyebilmek için yukarıdakine değil, aşağıdakine ihtiyaç hisseder.
Aslında insanın olduğu her yerde kaçınılmaz bir biçimde katmanların veya sınıfların bulunduğu acı gerçeğini de boşu boşuna inkâr ediyoruz. Sınıfsız bir toplum ideali, Kaf Dağı inancından bile kof. İnsan sınıf sınırları içerisinde düşünmeye ve davranmaya alışık. Ve başkaları tarafından aşağılanan, horlanan, ezilen kişiler, hemen çevrelerinde ezecekleri birini arar ve bulurlar; ancak böylelikle ezilen insanca gururlarını dengeleyebileceklerini düşünürler çünkü.
Yukarıdan ezildiğini hisseden biri, ezmek için aşağıdaki birini arar. Şiddetli bir ezaya veya cefaya da ihtiyaç hissedilmez çoğu durumda. Şöyle bir takılmak, küçücük bir lâf sokmak bile kâfi. Yeter ki şişikliğinden bir miktar hava kaçıran nefs balonu içini tekrar gururla şişirebilsin.
İnsanın bu sınır tanımaz, biteviye ve bastırılamaz kendini yanıltma arzusu…