Buster Keaton, Charlie Chaplin ve hususen de Laurel ile Hardy. Bu isimlerin, geçerliliğini fazlasıyla koruyan mizah anlayışları, hükümranlıklarından fazla bir şey kaybetmemiş bir tarzda hâlen daha Amerikan kültürünün başat taşıyıcıları durumunda. Laurel ile Hardy, çocukluğumun siyah-beyaz TRT’sinin, necefli maşrapanın ardından ikinci simgesiydi. Biz o filmleri izlerken gönül rahatlığıyla eğlendiğimizi zannetmekteydik. Meğer alttan alta Amerikan tarzı düşünme, hissetme ve davranma temrinlerine maruz bırakılmaktaydık; üstelik devlet eliyle.
İnsanlık tarihinde hiç görülmediği kadar bir kültür çölleşmesiyle karşı karşıyayız.
Sıklıkla tarım veya çevre kastıyla kullanılan ve kendiliğinden yahut ihmalden kaynaklı sebepler sonucunda ortaya çıkan şartları adlandırmak için kullanılan çölleşme terimi, burada bütün hakikatiyle ama gene de mühim bir farkla karşımıza dikilmekte: Kültür çölleşmesi, kastı mahsusayla ve taammüden elde edilmiş bir sonuçtur.
Hususen de Alman Harbi’nin akabinde, mevcut dünya düzenine, nazariyat alanında dahi karşı koyabilecek bütün rakipler bertaraf edildikten sonra ikinci aşamaya geçilmiş, müstakbel rekabet şartlarını da ortadan kaldırmak için en geniş anlamıyla Batı Medeniyeti, yeryüzünün yegâne kültür havzası hâline getirilmiştir. İktisadi imkânları arkasına aldıktan sonra, ormanın göbeğinde büyüyen ve dallarını alabildiğine uzatarak etrafını halkalayıp kendinden başka her türlü bitkiye hayat hakkı tanımayan devasa bir ağaç gibi büyüyen Batı Medeniyeti’nin, hususen de Amerikan versiyonunun, hem Batılı, hem de Batıdışı toplumlara yönelik kuşatmalarının ardından hedeflenen maksada ulaşılmış, insanlık bir tek kültüre mahkûm bırakılmış durumda.
Doğru, insanlık tarihinin ilk, mutlak ve biricik monokültür deneyimidir bu. Övünülmesi gerekiyorsa övünülesi bir ‘başarı’. Fail için belki hakikaten de başarı ama ya insanlık için?
Mutlak Rekabetsizlik
Beğensek de böyle bu, beğenmesek de: Batı Medeniyeti, muhaliflerinin beherini, şu veya bu şekilde, adilâne yahut gayrı adilâne yerle yeksan etmiş durumda. İdrak etmekte yahut kabullenmekte zorlandığımız bu durumun ikinci ayağı da şu husus: Bu vahim durum yazık ki yalnızca şimdi için geçerli değil. Batı Medeniyeti, mevcut rakiplerini berhava ederken, gelecekte bile-isteye etkileşime girebileceği komşu kültürleri de rekabet ihtimallerine binaen ortadan kaldırmayı tercih edecek bir zalimlikte.
Kültür, kimilerine göre de kültürün nizamileşmiş, hatta devletleşmiş hâli diyebileceğimiz medeniyet, yeri ancak yekdiğeriyle doldurulabilecek bir mahiyette. O yüzden de tarih boyunca bir kültürün bir başka kültüre askeri veya siyasi üstünlük kurması, belli bir vaktin akabinde mağlûp kültür mensuplarının sonunu getirmediği gibi tersine, çoğunlukla yeni kültür melezleşmesine zemin teşkil etmekte. Bunun yegâne istisnasını geçen yüzyılda müşahede ettik.
Batı Medeniyeti, özellikle de baş temsilcisi konumundaki Amerika’nın bütün dünyaya yaymayı başardığı kültürü, kendinden öncekilerde görüldüğü gibi emsalsiz felsefi vasıflara, harikulâde ilmi inkişafa yahut emsalsiz sanat eserlerine dayanmamakta; zannedildiğinin, daha doğrusu, zannettirildiğinin aksine. İktisadiyatta rekabetçi kapitalizme, siyasette demokrasi adıyla tesmiye edilen perde arkasından idare mekanizmasına dayanan bu anlayışın kültür alanındaki çıkarması da malûm, müzikte caza, kılık-kıyafette kot pantolona, sinemada da tür anlayışına indirgenebilecek denli basit hücum mekanizmalarından müteşekkil. Hususen de western ve mizah.
Mizahın Kudreti
Elbette bununla, en iyi mizah filmlerinin Hollywood’da çekildiğini iddia etmiyorum. Avrupa ülkelerinde de, Bollywood’da da, Uzak Doğu’da da ve hatta bizde de komedi filmleri çekilmekte. Ama bu filmlerin beheri belli ve sınırlı bir etki alanına sahip. Belki Amerikan halkının, farklı milletlerden müteşekkilliğin getirdiği zenginlikle ilgilidir bu husus, belki de Freud sonrasında insanı insan yapan o temel esasları ele veren anlayışa aşinalıkla. Ne ki şurası kesin: Öteki sinemalara nispetle Hollywood, sıradan insanı kısa süreliğine dahi mutlu edecek formülün sırrına vakıf. Üstelik ta başından beri.
Buster Keaton, Charlie Chaplin ve hususen de Laurel ile Hardy. Bu isimlerin, geçerliliğini fazlasıyla koruyan mizah anlayışları, hükümranlıklarından fazla bir şey kaybetmemiş bir tarzda hâlen daha Amerikan kültürünün başat taşıyıcıları durumunda. Laurel ile Hardy, çocukluğumun siyah-beyaz TRT’sinin, necefli maşrapanın ardından ikinci simgesiydi. Biz o filmleri izlerken gönül rahatlığıyla eğlendiğimizi zannetmekteydik. Meğer alttan alta Amerikan tarzı düşünme, hissetme ve davranma temrinlerine maruz bırakılmaktaydık; üstelik devlet eliyle. İşin bu tarafı ayrı bir mesele.
Komedyenden Hayat Dersi
Hollywood’un taklit edilemeyen, daha doğrusu taklidine yeltenildiğinde mukallidi hemencik açık eden bir başka mahareti de kahraman üretme aşamasında gözlemlenmekte. İster bir savaşçı olsun bu kişi, ister sıradan bir memur, yahut da adi bir hırsız; mitomanik nitelikler arzeden bu kahraman tipi, Hollywood’un elinde istenildiği kadar esrarlı bir kişiliğe büründürebilmekte.
Kabaca televizyonun renklendiği döneme kadar dünya çapında zaten şöhretini koruyan ikilinin hayat hikâyesini, bu hikâyenin özellikle de dramatik evresini temsil eden çöküş dönemini ele alan bir film Laurel ile Hardy (Stan & Ollie). Senaryo, yönetim, oyunculuk Hollywood standartlarında. Demek istediğim, normal şartlarda bu film, bahsetmeye değer herhangi bir ayrıcalık barındırmayan bir yapım. Ne ki biyografik özellikler arzeden film bittikten sonra jenerik öncesinde sahneye yansıyan bir cümle insanı, kanaatimce hususen de insanımızı yakından ilgilendirmekte.
Sinemaya sesin girişiyle ve mizah anlayışındaki değişiklikler yüzünden ikili iyice çaptan düştükten sonra bir Avrupa turuna çıkarlar. Kötü başlayan tur, jübile kıvamında biter. Ne ki bu uzun performans, yaşlı, şişman ve hasta Ollie’yi iyice etkiler ve çok geçmeden 1957’de ölür. Stan de ölünceye kadar sahneye çıkmayı reddeder. Bir şey daha yapar: Bu sekiz sene boyunca Laurel ile Hardy için skeçler yazmaya devam eder.
Dikkat buyurunuz lütfen. Başkasını bırakalım, böylesi bir bağlılığı, kendini adamışlığı, son yüzyıl içerisinde kendi kültür havzamızda görebilmekte miyiz?
Yitirilen Haslet: İdealite
Kendilerini hangi kimlik yahut kisve içerisinde ifade ederlerse etsinler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ahalisini meydana getiren insanların yitirdiğini ısrarla farketmemeyi sürdürdüğü hasletlerden birisi de idealite. Necip Fazıl’ın mütearifeleşmiş ifadesiyle ‘başını bir gayeye satmış kahraman gibi’ bir davaya bağlanabilmek hususiyeti ve haysiyeti.
Bu vasfa sahip olmak elbette bu toplumun yükümlülüğünde değil. Bir toplumu ötekilerden ayırt edici kimi hasletlerin varlığına inananlardanım. Ne ki böylesi vazifeler halkın değil, o halkın seçkinlerinin üzerine düşmekte.
Böylesi bir adanmışlık imkânı elimizden alındığından olsa gerek, davasının haklılığını, batıllığını, geçiciliğini boşverelim, hatta bırakalım dava adamı hassasiyetini, şimdilerde bu çeşit bir fikri, zihni, hissi istikrar timsali gösterebilmekte miyiz?