Hartum Üniversitesi’nde Filistin

Değişimde süreklilik olgusu mutlak iyiye ya da kötüye işaret etmez. Değişimin yasaları vardır, önemli olan, hareketin bu yasalar doğrultusunda gerçekleştiğini bilmektir. Bizler, bireysel ve toplumsal değişimlerin önemine odaklanmıştık. 90’ların ikinci yarısından itibaren gelişen hadiseler, bireyi ve toplumu aşan bir sosyal mühendislik müdahalesinin, değişimi doğal mecrasından uzaklaştırabileceğini göstermiş oldu. Bu, geçici ama derin izler bırakan bir kırılmaydı. Geçici olduğunu zannettiğimiz müdahaleler, sosyal değişimleri önemli ölçüde belirleyebiliyormuş. Büyük müdahaleden sonra her bir aşamada farklı bir kimlikle karşımıza çıkan heyula, bir öncekinin doğurduğu bir sonuçtu. Birey ve toplum kendi doğal mecrasında akmaya fırsat bulamıyordu ve 15 Temmuz’da heyula bir canavara dönüştü. Sosyal mühendislik müdahalesinin bir ucube doğuracağını görmemiz bir şeyi değiştirmedi. Bütün olup bitenler birey ve toplum kavramlarının dahi sorgulanabildiği bir vasatı doğurdu. Ama yine de Cevdet Said’in birey ve toplum eksenli değişimlerin önemine dair ileri sürdüğü fikirleri benimsemiş olmaktan çok da şikâyetçi değilim.

90’lı yılların ikinci yarısından itibaren sosyal mühendislik müdahaleleriyle, değişim, doğal mecrasından uzaklaştırılsa da zaman, dipten gelen dalganın gücünü hepimize gösterdi. Kısa bir fasıla, duraklama sadece hadiselerin düz bir çizgide ilerleyemeyeceğini kanıtladı. Bu, bir ölçüde karşılaşacağımız zorlukları da göstermiş oldu. Değişim süreklilik arz eder ve bunun önünde durmak kolay değildir. Değişimi belirleyen de dip dalgadır.

1992 ortalarında Üsküp’te Taşköprü’den geçerken, Bitpazarı’nda dolaşırken ya da Kalkandelen ve Gostivar’da gezerken Osmanlı’dan sonraki zamanın bireysel ve toplumsal gerçekliği çok da yok edemediğini düşünmüştüm. Değişim sanki bir yerde durmuş, zaman onlar için akmamış, gerçekliği muhafaza etmişlerdi. Bunun yüzeysel bir izlenim olduğunun farkındaydım fakat bu şekilde düşünmekten kendimi kurtaramıyordum. Oysa orada dinamik bir süreç yaşanıyordu ve bu da bizim izlenimlerimizin yüzeyselliğini kanıtlıyordu. Balkanlarda yaşanan acı hadiseler, yirminci yüzyılın katı gerçekliğinin Müslüman dünya üzerindeki mutlak baskısına karşı direnişi de göstermiş oldu.

Karmaşık ve birbirini yalanlayan gelişmeler Balkanlara özgü değildi. Bütün Müslüman coğrafya adeta yerinden oynuyordu. Kendini değiştirmeye çalışan Müslüman dünya ile bu değişimi doğal mecrasından uzaklaştırmak isteyen büyük mühendislik müdahaleleri arasındaki zıtlık 1990’ların temel karakterini oluşturur. Bu, hem Türkiye hem Balkanlar hem de bütün Müslüman dünya için geçerlidir. Gece ile gündüz, büyük umutlarla hayal kırıklıkları bir aradaydı.

Üniversite dönemimiz 80’lerin ikinci yarısına tekabül eder. Filistin davası, “Hayber Hayber ya Yehud”la başlayan sloganın aramızda yayılmasını sağladı. 92’de Zagrebacki Camia’nın duvarlarında Bosna şehitlerinin adları sayfalar dolusu sıralanmıştı. Bu bizim için büyük bir hayal kırıklığıydı. Fakat biraz sonra tanışacağımız bir Filistinli arkadaşımızın basit ve anlaşılır bir Arapça ile yaptığı konuşma yol arkadaşımla benim üzerimdeki bu ezici üzüntüyü dağıtacaktı. Nitekim yıllar sonra, tam yirmi beş yıl, yolumuz tekrar Travnik’e düştüğünde Medrese’ye yakın bir yerde, Lütfiya’nın Kahvehanesinden çarşıya doğru giderken yol üzerinde bir duvarda gördüğümüz “Free Palestine” yazısı 92’de içimize düşen umudun pek de karşılıksız olmadığını gösterecekti. Malezya’dan, Endonezya’dan başlayarak Fas’a, oradan da Türkistan bozkırlarına kadar geniş bir sahada Bosna’nın acısı paylaşılmıştı, şimdi de Bosna’nın sokaklarında Filistin’in, Kudüs’ün acısı paylaşılıyordu. Rahmetli Erbakan, bir ömür, Filistin Davası’nı canlı tutmuştu.

Erdoğan, 2009’da “Sayın Peres, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” dediği zaman “dünyanın başımıza yıkılacağını, İsrail’in bu çıkışı affetmeyeceğini” düşünenler Batılılar değildi. Onlar yanı başımızda, bizimle birlikte yaşamış kimselerdi. Mavi Marmara olayından sonra İsrail’i meşru otorite olarak selamlayanlar da aynı kişilerdi. Ne Filistin ne de Bosna lehine slogan atmışlardı. Hâlbuki değişim dipten geliyor, adalet ışığının bütün dünyayı yeniden aydınlatması gerektiğine olan inanç gittikçe kuvvet kazanıyordu. Erdoğan; kısa, anlık bir öfkenin kurbanı olmamıştı, bilakis bir milletin tarihten gelen sorumluluk bilinci ile büyük bir haksızlığı bütün dünyanın yüzüne vurmuştu. O tarihten sonraki gelişmeler Erdoğan’ın tepkisinin anlık olmadığını, özellikle de İİT’nin olağanüstü toplantısı kimsenin blöf yapmadığını gösterdi. Çünkü Erdoğan bu sefer koca bir ümmeti arkasına almıştı. Bu, Türkiye’nin bütün bir ümmetle yan yana olduğuna işarettir.

Hartum Üniversitesi’nin salonunda Rektör Ahmet Süleyman’ın Erdoğan’ı takdim konuşması süresince kim ne düşündü, bilemiyorum. Fakat ben, gençlik yıllarımın Filistin konulu toplantılarını hatırladım. Aslında salondaki heyecan daha Ahmet Süleyman’ın konuşması esnasında doruk noktasına ulaşmıştı. Fakat Erdoğan’ın konuşması boyunca salondaki dinleyici topluluğunun heyecanı, Türkiye’de evlerimize kadar ulaştı. Erdoğan, Müslümanların birbirine yakınlaşmasının öneminden bahsederken bütün bir İslam dünyasının yeniden zor bir süreçten geçtiğini belirtti. Konuşmanın bütününde İslam dünyasının terör parantezinden kurtarılması yönünde bir çabayı görmek mümkündü. Bunun için de birtakım örgütlerin tuzaklarına düşmemek gerektiğine işaret etti. Erdoğan, İsrail’in bir terör devleti olduğunu burada da tekrarladı ve Amerika’nın Kudüs’ü İsrail’e peşkeş çekmesine izin verilmeyeceğini yeniden ilan etti. Müslüman dünyanın emperyalizme karşı birlik olması gerektiğini tekrar vurguladı. Kuşkusuz, “Hayber Hayber ya Yehud”la başlayan sloganın yankılarının Hartum Üniversitesi salonundan evlerimize kadar ulaşmasını önemsemek gerekir. Bu, dipten gelen dalganın gelip geçici müdahalelerden daha önemli olduğuna bir delildir.

Bireysel ve toplumsal düzeyde üretilen fikirlerin devletler düzeyinde karşılık bulması “zamanın ruhu”dur, desek, herhalde yanılmış olmayız. Bu, elbette yeni değişimleri tetikleyebilecek önemli bir gelişmedir.