Şimdi olanca dikkatle aşağıdaki satırları okumaya çalışalım:
Dolma Bağça: 4-5/81928
YENİ HARFLARLA I-M
İSMET’e
Sevghili, kıymetli kardaşım,
Mektubunuzu büyük bir zevk-le okudum. Çok mütehassis ve müstefid oldum.
Temas ettiğiniz ve intac etmekte olduğunuz işler hakkında verdighiniz izahat ne tatminkhardır.
Büyük politika yapmak isteyen yeni fransis sefiri, her şeyden evvel, cenub hududımıza karşı yapılmakda olan münasebetsizliklere nihayet verdirmeli-dir.
Yeni elifbamızın kat’i şeklini tesbit hususunda, burada bulunan komusyon âzasile mutabık kaldık. Benim ta’dil ettiğim noktaları hüsn-ü telakki ettiler. (…)
Gazi M. Kemal
Büyük bir ihtimalle sonradan müdahale görmüş bu satırlar, bilindiği kadarıyla yeni Türk harfleriyle yazılan ilk yazıya ait. O tuhaf ve yersiz tireleriyle, bugün gereksizliğine karar kılınmış h’leriyle ve henüz yakışıksızlığının sırıtmalarının önüne geçilememiş öbür garabetleriyle.
Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun adlı, yalnız Türk tarihinin değil, bütün dünya tarihinin gördüğü en büyük yabancılaştırma, soysuzlaştırma ve zihin katli fermanı niteliğindeki 1353 sayılı yasanın yayımlanış tarihi 3 Kasım 1928…
Peyami Safa’dan…
Bırakın İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı, Yunanlılar’ın bile işgal ettiği topraklarımızda yapmaya cüret edemeyeceği, akla hayale gelmez bu utanç verici zulmün üzerimizdeki yıkımlarını, aradan handiyse bir asır geçmiş olmasına karşın, hâlâ kavrayabilmiş değiliz. Bakın bakalım, en basitinden bugünkü edebiyatımızdaki hangi anlayış, hangi isim, hangi ürün, Goethe’nin soydaşlarını kıskandırabilir de, kendisine pastiş ettirebilir bir girişimin önünü açabilir? Boşverin o ödülü falan.
Neydi bu utanç verici zulmün üzerimizdeki yıkımları?
Yalnızca bir tanesini, Peyami Safa’nın ifadesiyle dillendirelim: “Dünyanın hiçbir yerinde Milli Kütüphane’ye giden bir gencin, değil orada yazılan bir kitabı, yalnızca o kitaptaki herhangi bir sayfayı, o sayfadaki herhangi bir satırı, o satırdaki herhangi bir cümleyi, o cümledeki herhangi bir kelimeyi, o kelimedeki herhangi bir harfi anlamaması mümkün olsun! İşte biz harf devrimiyle bunu yaptık”.
Şimdi kimileri için dudak uçuklatacak, kimileri içinse ‘Bundan daha normal ne var?’ dedirtecek bir ayrıntı: yeni Türk harflerini ilk uygulayan resmi kurumlardan biri hangisidir dersiniz? Haklısınız, Diyanet İşleri Reisliği.
Peki, yeni Türk harflerinin benimsetilmesi için seçilen ortam hangisiydi peki? Tabii ki ilkokullar ve gazeteler. İlkin tüm gazeteler eski ve yeni Türk harfleriyle karışık olarak ama gittikçe yenisinin baskınlığı artarak çıkmış, 1 Aralık’tan başlayarak da bütünüyle yeni Türk harfleriyle yayımlanmış; ertesi yılın ilk gününden itibaren de Türkiye’de, resmi ifadeyle belirtecek olursak, Arap harfleriyle hiçbir şeyin yayımlanamayacağı yasaya bağlanmıştı.
Camilerde eski yazının işi ne?
Hangi ruh ve tıynette olursa olsun, her kişilik sahibinin dudaklarını uçuklatacak bir ayrıntı.
27 Ağustos gecesi, öbür günden ikibuçuk saat devralmış durumda… Yer Dolmabahçe Sarayı… İki eski ahbap, Gazi ile İsmet Paşa başbaşa… sofrada diyelim. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, elinde Ertuğrul telsizinden az önce gelmiş bir telgrafla içeri girer ve elindekini Başbakan’a uzatır. Başbakan telgrafı okur; ruhuna yansıyan tiksintiyi yüzünün buruşması biçiminde dışarı sızdırır. Hiçbir şey söylemeden elindekini atar. Gazi, kankasının yüzünü buruşturan gelişmeyi merak eder ve telgrafı görmek ister. Telgraf, yakın bir ilden gelmekte ve şu vahim soruyu sormakta: Camilerdeki Allah, Muhammed ve Hulefa-i Raşidîn isimleri hâlâ Arapça. Hani her yazı yeni Türk harfleriyle olacaktı! Buna nasıl göz yumarsınız?
Telgrafı okur okumaz, Gazi de şaşırır bu kraldan fazla kralcı zavallılığa ve “Ben böyle bir şeyi düşünmek gereğini hiç duymamıştım ve şimdi de bilmiyorum. Bu, yanlış ve sakat bir anlayıştır.” anlamında bir karşılık verir; böylelikle de camilerdeki sözü geçen hatlar kurtulmuş olur.
Zaten o gün, üniversite hocaları, gazeteciler, milletvekilleri ve yazarlardan müteşekkil bir heyetle uzun uzun toplantılar düzenlenmiştir. Davetlilerden bir grup bir aralık öne sürülen yeni harflerin Türklük’le bir ilgisinin olmadığını, bunların düpedüz Fransız harflerinden uyarlama olduğunu ısrarla dillendirmeye başlar.
Bunun üzerine kürsüye çıkan İsmet İnönü:
– Kabul edilen harfler, Fransız harfleri değildir! Türk harfleri, Türk alfabesidir.
Ne kolay değil mi? Güneşi balçıkla sıvayamıyorsan, güneşin varlığını inkâr et, yeter!
Doğrusu bugün buradan bakınca hafifsemek kolay ama bu cümleler üzerine, orada bulunanların tümü sus pus…
Ya üç ayda yahut
Şimdi de Falih Rıfkı ile Gazi’nin arasında geçen bir konuşma:
– “Yeni yazıyı tatbik için ne düşündünüz?”
– “Onbeş yıllık uzun ve beş yıllık kısa süreli iki teklif var. İlk dönemler, her iki yazı birden öğretilecek ve gazeteler yarım sütundan, yavaş yavaş yeni yazıyı artırarak geçişi tamamlayacak.”
Bunun üzerine Gazi Falih Rıfkı’nın gözünün içine bakarak:
– “Bu iş ya üç ayda olur ya da hiç olmaz.” der; “Çocuğum, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığında herkes o parçayı okuyacaktır. Arada bir savaş veya bir terslik oldu mu, bizim yazı da Enver’in yazısına döner; hemen terkedilir.”
Bu cümlelerde korkusunu açıkça dillendiren Gazi, harflerinin tutması için ciddi bir adım daha atar. 1 Eylül 1929’da okullardan Arapça ve Farsça derslerini kaldırır. Bu da yetmez, bir Dil Ercümen’i kurdurur ve özleştirme çalışmalarını başlatır. Zaten devrim şakşakçıları çoktan, Arapça ve Farsça sözcüklerin yerine kafalarına göre bir şeyler uydurmaya başlamışlardır bile.
12 Temmuz 1932’de, Samih Rıfat başkanlığında, Ruşen Eşref (Ünaydın), Celâl Sahir (Erozan) ve Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu) kurucu üyeliğinden müteşekkil Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur.
Yabancı diller ve…
Kuruluşun üzerinden çok geçmeden, 26 Eylül’de Birinci Türk Dil Kurultayı toplanır. Sonraları bu tarih, Dil Bayramı diye kutlanacaktır.
Her ne kadar amaç, daha açıkçası emir ortadaysa da, yine de insanların eli bu emri olduğu gibi yerine getirmeye bir türlü varmaz. Çünkü Türkçe’yi yabancı dillerin baskısından kurtarma kılığı altında istenen, derneğin üyelerince de yenilir yutulur cinsinden değildir. Ne ki yine de utana sıkıla şu tür açıklamaların altına imza atarlar:
“İlk uygarlığı kuran Türkler olduğu gibi, ilk uygarlık dilinin de Türkçe olduğundan kimsenin kuşkusu kalmadı. Türk dili, Hint-Avrupa denilen dillerle, Sami denilen dillerin anasıdır.”
Şimdi bu ifadelerdeki ‘kimsenin kuşkusu kalmadı’nın üzerinde durmak bile ayıp sayılsa gerek. O yüzden öbür görüşe geçelim: Türkçe’nin, Arapça ve İbranca gibi dillerin anası olduğuna.
Bir düşünün bakalım, bu bilimsel görüşü bugün hangi Türk Dil Kurumu üyesi ya da hangi sivil kişi, utanmadan sıkılmadan, kafasına atılacak çürük yumurtaları göze alarak dillendirmeye cesaret edebilir?
Geçelim.
Gelgelelim, şurada durmadan edemeyiz: Cemiyetin öbür üyelerinin üzerinde odaklanmaya gerek yok; hem yaptıkları bakımından bu böyle, hem de o yaptıklarındaki niyetleri bakımından. O yüzden Yakup Kadri’de biraz duraklayalım. Yakup Kadri’nin aşağıya alıntılanacak satırlarındaki görüşlerinin, zaman içinde nasıl değiştiğini, daha açık söylemek gerekirse, nasıl değiştirmek zorunda bırakıldığını çok rahatça süzebiliriz. Çünkü yalnızca Dil Devrimi konusunda değil, bu ad altında yapılan bütün etkinliklerin, ne tür bir ruhla kotarıldığını resmedecek bir örnek bu. Dolayısıyla yazarın, Cemiyet’te Türk dilini İslâm ruhundan uzaklaştırmak zorunda bırakıldığında çektiği acıları da buradan izleyebiliriz. Tıpkı dönemin birçok aydını gibi o da kerhen yapmak zorunda bırakıldığını yerine getirirken, ciddi biçimde kendisiyle çelişmektedir. “Yeni Lisan” başlıklı yazısında Yakup Kadri, henüz bu iş resmi kisveye büründürülmediği için bakın neler söylemekte:
‘Halk denilen ahmak’
“Lisanımızın hususiyetleri gidiyor, yani ruhumuzun hususiyetlerini kaybediyoruz. Efendiler, gülmeyiniz. Göreceksiniz ki, bir gün halk bu yeniliği kabul edecektir. Zira, halk denilen kuvve-i meçhule her zaman, her yerde hamakatin âşığı, hamakatin müdafii, hamakat denilen çirkin ve canavar başlı nevzadın murdıasıdır (sütanne). O bilmez ki, bir milletin lisanı demek, ruhu demektir, her kelimenin âmâk-ı mevcudiyetimizde nâkaabil-i istisal kökleri vardır. Ve lisanların aldığı tarz ve eşkâl bizim halet-i hissiye ve fikriyemizin çizdiği hutut-ı tabiiye ve esasiyeye tâbi ve mutabıktır. Lisanımızın tebeddülü için lâzım değil mi ki biz değişelim. Senelerin, asırların bizde hâsıl ettiği tarz-ı tahassüs ve tefekkür değişsin. Biz Osmanlıyız ve bu Osmanlı lisanıdır. İstiyorlar ki biz Çağatay olalım ve Çağatayca söyleyelim. Hayır, bu kaabil olmıyacaktır. Hayır… Zavallı yenilik, bayramlık elbiselere benzeyen garip yenilik…”
Bilmem gösterebildim mi?
Ne ki gün gelir devran döner, yukarıdan bir emir gelir ve yeni dil hakkında yukarıdaki görüşleri ileri süren adam, Türkçe’yi bambaşka bir yöne çevirmek için kurulan kurumun kurucularından biri olur.
Birinci Türk Dil Kurultayı, saptadığı tasarıyı gerçekleştirmek için değişiklik çalışma kolları kurar: Sözdizimi Kolu, Sözlük-Terim Kolu, Derleme Kolu, Dilbilim Kolu, Kökenbilim Kolu, Yayın Kolu… Bu kurumun gerçekleştirdiği önemli işlerden biri de Osmanlıcadan Türkçeye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi olur.
İkinci Türk Dil kurultayı da 18-23 Ağustos 1934’te toplanır. Artık belirlenen yolda daha hızla ilerlenmedir. Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu bu çalışmaların somut örneklerinden biri. Zaten 21 Haziran’da çıkan soyadı yasası sonrasında, gerçek soyadları yerine insanlara uydurulan soyadlarıyla Osmanlı’nın izleri bütünüyle silinmeye çalışılır. Soyadı yasasından sonra asıl hedef açıkça dillendirilir: din dilini Türkçeleştirmek.
Böylelikle ilkin Türkiye’nin her yerinde “Tanrı uludur”ların önü açılır, ardından da Kur’an’ın Türkçe’ye çevirisi karara bağlanır. 24 Ağustos 1936’daki Üçüncü Türk Dil Kurultayı ise bir hafta boyunca sürer ve Gazi’nin bizzat ileri sürdüğü ve çok geçmeden vazcayacağı Güneş-Dil Teorisi’ne bilimsel kılıflar aranır. Hepimizin bildiği şu Amazon’un amma uzun’dan, Niagara’nın ne yaygara’dan geldiği komiklikleri… Fakat bu kurultayın kalıcı bir etkinliği daha olur. Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adı, Türk Dil Kurumu olur.
TDK’nın etkisi
Önceleri Türkçe’yi yabancı dillerin buyruğundan kurtarmak için yola çıkan TDK, üç yıl geçmeden, Güneş-Dil Teorisi’ne kılıf temin etme kurumu hâline getirilir. Ardından, yine Mustafa Kemal’in emriyle bu görüşün bilimsel olmadığı sonucuna varılır ve daha az komik olmayan işlere girişilir. Yakup Kadri’nin vurgusuna bakacak olursak, ne Çağatayca’ya, ne Moğolca’ya, ne Hintçe’ye, ne de dünyadaki herhangi bir Türk lehçesine benzeyen, tuhaf sözcüklerle örülü resmi açıklamalar duyulur Mustafa Kemal’in ağzından. Bu açıklamaların tek bir cümlesini bile ne halk anlamaktadır, ne de yıllardır yakınından ayrılmayan şakşakçıları.
Ne ki yakınındakilerin bir paye kapmak için alkış tuttukları bu garabeti de fark etmekte gecikmez Mustafa Kemal. Bıçakla kesilmiş gibi bırakır bu zırvaları. Daha az sakat görünen bir yol önerir TDK’ya: Türk dili, kendi olanakları üzerinden özleştirilecektir.
Öyle de olur. Hummalı bir çalışma başlar kurumda. Birçok Türkologun tozlu raflardaki görüşleri ortaya çıkarılır, harmanlanır ve devşirilen sözcüklerin tutulması için büyük gayretler harcanır.
Gel zaman git zaman, dil devrimi de öbür Cumhuriyet etkinlikleri gibi tavsar. Hele en büyük hamisi Gazi’nin ölümüyle kurum kısa süre sonra saygınlığından da kayıplar vermeye başlar. Bu arada birçok yayın etkinliği de gerçekleştirmiştir. Üstelik bu yayınlar, dönemin sağlı-sollu aydınlarınca, sanıldığından daha çok benimsenir, okunur ve içselleştirilir.