Attilâ İlhan’a ait 1972 tarihli Hangi Batı satır aralarına sinmiş nice titiz teşhis ve tespit barındırmakta: Kültür sahasındaki ‘çağdaşlaşma’ anlayışının, Cumhuriyet öncesi ve sonrası diye ikiye bölünemeyeceğini; tersine, birbirinden bu kadar koparılan iki dönemde de aydınımızın bu meseleyi aynı eksik ve kusurlu tarzda anladığının vurgusu meselâ. Meselenin hâlen daha geçerliliğini muhafaza ettiğini ve gittikçe tamiri gayri kabil bir tarz almaya başladığını işaret bakımından vurgulayalım: Yazarın dillendirdiği bu koparılmayı yaşatan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ardından gelen bütün sağcı/muhafazakâr iktidarlar, gerek Demokrat Parti, gerek Adalet Partisi, gerekse ANAP dönemleri ve elbette mevcut iktidar, bu ikiye bölünmüşlüğün kültüre tetabuk eden arızalarını gidermek ve zorunlu adımları atmak bakımından yetersiz kalmıştır. En basitinden çağdaşlaşmanın dışarıya yansıyan tarafından çok daha fazla içeriye; ruha, zihne ve duygulara denk gelen yönlerinin öneminin yeterince kavrandığını söylemek zor.
Hangi Batı’dan örneklendirelim: Profesör Lemarchand: “… transistor köye girdi mi, bu iş oldu demektir. Bununla elbet, endüstrileşmede belirli bir aşamaya ulaşmış olacağınızı anlatmak istiyorum. Endüstri batılı dediğiniz yaşama düzenini kendiliğinden toplumunuza yerleştirecektir.” (Hangi Batı, Attilâ İlhan, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1972, s. 21).
Bizde Batılılaşma ya yalnızca kuru bir ilerleme ve çağdaşlaşma diye anlaşıldı veya ahlâk ve hayat görüşü değişikliğiyle irtibatlandırıldı. En trajikomik versiyonu durumundaki “Batı’nın tekniğini alalım, ahlâkını bırakalım” şark kurnazlığını bir şekilde allayıp pulladıktan sonra hâlen daha savunanlar bile var. Artık yeni yeni bu ikisinin arasındaki ayrılmaz bağlantıya işaret edilmeye başlandı.
Batı’yı Batı yapan süreçte, aydınlanma ile birlikte gelen değerler kadar, bu değerlerin eşyaya tatbikinin beraberinde getirdiği vakıa da yoksayıldı: sanayileşme. Veya sanayileşmenin öbür ikisiyle alâkasının künhüne vakıf olunamadı bir türlü.
Senegalli Diop’un, Türk aydınının bugün bile ulaşamadığı sömürgeleş(tir)me tespiti gibi sürprizler de kitabın yan ürünlerinden biri: “Sömürgeci bu, sömürdüğü ülkeyi uygarlaştırıyorum der, bunu o ülkeye kendi kültürünü ve teknolojisini aşılayarak yapar, öyle ki, sen bağımsızlığını elde ettiğin anda, birdenbire ekonomik ve kültürel olarak kıyamete kadar ona bağlanmış olduğunu fark edersin: Üstelik, bu arada ulusal kişiliğini yitirdiğinden, bir uşağın efendisine bağlılığına benzeyen bir bağlılıktır bu.” (s. 14).
Öte yandan tespit etmek durumundayız: Ulusalcılık anlayışı doğrultusundaki Batı düşmanlığı, Cumhuriyet Dönemi’nin hakiki manâsıyla gardırop devrimlerini meşrulaştırmak sözkonusu olduğunda birden saf değiştiriyor ve Hangi Batı’nın en derin zaafına zemin teşkil ediyor. Şaşırtıcı bir durum mu bu? Değil elbette. Çünkü bütün iyiniyetine rağmen son tahlilde Attilâ İlhan, üç tekerlekli motosikletlerin at arabalarını devre dışı bırakmasını gelişme sayacak kadar ‘yabanıl’ şartlandırıldığını farkedemeyecek tarzda eğitilmiş biri. Yine de onca özendiğimiz Batı’nın ulaştığı ‘muasır medeniyetler seviyesi’ni nasıl yerden yere vurduğunu da yabana atmamak lâzım.
Aslında Hangi Batı içerdiği muhteşem çözümlemelerden çok, barındırdığı samimi tanıklıklarından dolayı ciddi bir önemi haiz.
Kitabın barındırdığı çözümlemelerin tümüne birden burun mu kıvırmış sayılıyorum böylelikle? Ne münasebet! Meselâ yazar, Batılılaşma mevzuuna başka açılardan bakarken anlamı bugün daha iyi kavranan hususları öngörebiliyor: Özetle “Batılılaşmak için çırpınıyoruz ama Batı’nın bugün geldiği yerden memnun olduğunu nereden çıkarıyoruz ki…” vurgusu önemini hâlâ muhafaza eden bir tespit. Elbette Marcuse, de Jouvenel ve Galbraith gibi Frenk mütefekkirlerinin tek boyutlu insan ve anlamsız toplum kavramlandırmalarının şahadeti eşliğinde geliyor bu çeşit tespitler.
Türk zihninin en mütekâmil kişiliklerinden biri saydığım ve şair-düşünür diye tavsif ettiğim karakterin vasat bir nümunesi durumundaki Attilâ İlhan, en çok Paris’te büyüyor. Hatta belki de bir tek orada. Dâhi çocuk kadrosuyla ve devlet parasıyla okusun diye yurtdışına gönderilen; yurda döndükten sonra ise henüz bir yeniyetmeyken ulaştığı düşünce düzeyinin çok aşağısına yuvarlanan ve ardından da resimde kolajcılıktan öteye gidemeyen Bedri Baykam gibi Attilâ İlhan da aynı marka atgözlüğünü takıyor: ulusalcılık. Niçin böyle? Bu sorunun cevabı bu yazının konusu değil elbet ama küçücük bir ipucu: Sakın bunun sebebi, taşladıkları ağacın çürümüş meyvesine tapınmak olmasın? Başka bir ifadeyle, Batı’nın salâhı imkânsız marazı İslâmofobikliğin ‘yerli’ versiyonu…
En iyisi mi biz ‘60’ların Paris’ine dönelim. Frenkler’le ilk temasımızdan beri bütün Avrupa’yı özdeşleştirdiğimiz ve bir türlü büyüsünden kurtulamadığımız Paris’e: “Hani o ‘Paris’te olsa şöyle olurdu, Paris’te olsa böyle olurdu.’ sözü var ya, yalan! Yalan değilse, yanlış! Destek, örnek mi istiyorsunuz? (…) Benimle yaşıt bir ozana türkiye’de üç binle beş bin arasında bir şiir okuyucusu olduğunu bazı ozanlarımızın birçok baskılar yapabildiklerini anlatıyorum. Gözleri hayretle açılıyor. Fransız şairlerinin aşağı yukarı bütün yayın olanaklarını yitirmiş olduklarını söylüyor bana. Bir iki hafta sonra da, o ünlü şair Michaux’nun altı bin kadar kitabı zar zor sattığını ciddi bir gazetede kendi gözlerimle okuyorum. Neredeyse altmış milyonluk Fransa’da altı bin kişi! Ne buyurulur?
Paris var, Parisçik var! Aman karıştırmayalım.” (s. 40).
Attilâ İlhan bize Paris ile Pariscik’i birbirine karıştırmamamızı öğütledi. Daha ne olsun.
Sadece bundan mı ibaret Hangi Batı’nın önemi? Stalinci sosyalist ile gardırop Atatürkçüsü arasındaki akla hayale sığmaz çakışmanın sebebine de rastlıyorsunuz Hangi Batı’da, Batılılaşma ile sanayileşmenin ayrılmaz ikililiğinin vurgusuna da.
Demek ki neymiş, kendi ülkesinde, tevhidi tedrisat tektipçiliği altında, çoğunlukla ‘ecnebi’ bir okulda, gizli yahut aleni Batı hayranı hüviyetiyle yetişen Cumhuriyet aydınları arasından Avrupa’nın herhangi bir yerine gidenler birden o acı gerçekle karşılaşıyor: Amanın! Ne Batı aklı ya? Bunlar düpedüz ırkçı. Bir tek kendilerine tapıyorlar. Bilimsel akıl, özgür düşünce, evrensellik falan… hepsi hikâyeymiş. Sıra Müslümanlara, hele Türkler’e gelince ağız birliği etmişçesine en galiz küfürleri sıralamaktan çekinmiyorlar. Üstelik bu sapkınlıklarını yanlış falan da bulmuyorlar.
İyi de bu can acıtan muameleye rağmen, Avrupa’ya veya Amerika’ya gidip de oraların kanalizasyonlarını bile ağzı sulana sulana anlatmayan bir isme niçin rastlamıyoruz acaba? Pozitivistinden milliyetçisine, sosyalistinden muhafazakârına, İslâmcısından ulusalcısına, Batı’nın en entipüften nesnesi bile, İslâm öncesi Arap toplumunun taptığı putlar hükmünde. Niçin?
Misâl: Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm
Peki Attilâ İlhan’ın tavrını Ziya Paşa’nınkinden farklı kılan husus ne? Cumhuriyet döneminin bu en köklü yalanlarından birini, örnekleriyle ilk kez haykıran, İstanbul’dayken handiyse tapındığı Avrupalılar’ın kendisine Müslümanlığından (Daha doğrusu, atalarının…) dolayı nasıl kuduzcasına saldırdıklarını ilk kez dillendiren o çünkü.
Attilâ İlhan’ın yegâne önemi de bundan ibaret benim gözümde.
Az bir kıymet mi bu sanıyorsunuz?