Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nı aslında görmezden gelinenlerin, haddinden fazla göze sokulanların ve gözden düşürmek için gözardı edilenlerin tarihi diye vasıflandırsak hiç de haksızlık etmeyiz. Bu tavsif ve tasnifte Attilâ İlhan’a düşen yer hususunda ittifak bulmakta zorlanacağımın emniyetiyle söylüyorum: Narratifliğiyle ilkgençlik yıllarının vazgeçilmezi, aslen vasat bir şair, senaryo kokan zayıf bir romancı, hak ettiğinden meşhur bir senarist, cesur bir merak saikiyle kimsenin sıvanamadığı mevzulara el atmış okunaklı bir yazar ve tam Cumhuriyet aydın tipinden beklenecek kıratta düzayak bir düşünür…
“İyi de madem öyle, ne diye hakkında yazacak denli önemsiyorsun ki?” derseniz cevabım hazır: Fikir namusundan ötürü. Yani bu ülkede pek az görünen bir hususiyeti taşıdığı için; olanca çelişkilerine rağmen üstelik.
Cumhuriyet’in resmi görüşü niteliğindeki ulusalcılığın önemsenen düşünürlerinden biri kimliğini unutmuş mu oluyorum bu cümleyle? Tersine, tam da oraya ısrarla işaret ediyorum zaten: Cumhuriyet Dönemi’nde önerilen sahte Batılılaşma’nın istediği ve beklediği düzeyin hem sebebine, hem de somut sonucunun özel bir örneğine işaret etmek istiyorum Attilâ İlhan özelinde.
Öte yandan, pek ifade etmesek de hepimiz farkındayız; Cumhuriyet aydınına göre, -bulunduğu safa göre değişiklikler gösterse de- içeride ve dışarıda sevilecek ve nefret edilecek kişiler var. Sövüp sayılacak hatta. Zaaflarıyla birlikte bir kişiyi önemseyebilmek, bizim henüz yeterince kavrayamadığımız bir hususiyet. Tersi de geçerli. Yani erdemleriyle eleştirebileceğimiz kişilerin varolabileceği gerçeği. Sağcısıyla, solcusuyla, hele hele İslâmcısıyla her Türk aydını için eleştirmek, ya o kişinin meziyetlerini sayıp dökmek demek yahut da reziletlerini. Hâlbuki en sıradan insanın bile en zayıf bakışla dahi tespit edilebilecek hususiyeti, bu iki farklı evsafı aynı ânda bünyesinde barındırdığı hakikati.
Demem o ki (Yukarıda söylediklerimle asla çelişmeyecek bir tarzda vurguladığımın altını çizerek söylüyorum:) Attilâ İlhan, Cumhuriyet dönemi fikir, sanat ve edebiyat âlemimiz için fevkalâde mühim bir isim. Niçin mühim? Çünkü bir ömür gizli ve açık perestiş etmekten geri durmayacağı Batı insanının ruhiyatını, özellikle de biz Türkler’e yönelik bakışını, Fransa özelinde, daha önceden de, daha sonradan da oralara giden hiçbir aydınımız onun kadar açık, seçik, etkileyici ve ibret dolu bir berraklıkla anlatmadı. O yüzden de Hangi Batı? her Türk gencinin, kesinlikle okuması gereken en önemli metinlerin başında gelmekte bana göre. Edebi niteliğini sayıp dökmeye gerek bile görmüyorum.
Hani şimdilerde İslâm dünyasının garkolduğu bir zırva var ya: İslâmofobi. Bu kavramı da İslâm korkusu, hatta İslâm fobisi diye çeviriyoruz; utanmadan. Hâlbuki fobi, kişinin bilinç düzeyini aşmış, bilinçdışından gelen ve bilinç düzeyinde sebep-sonuç ilişkisi ile açıklanamayacak sebepsiz korkuları demek. Kısaca psikolojik bir zaaf. Sorulunca da aynen böyle anlatıyoruz fobiyi. Dolayısıyla ister gayrimüslim olsun, ister ateist, İslâm dünyasında yaşayan bir aydın, bu kavramlandırmayı böyle tanımlamayı kabullendiği takdirde bugün Avrupa’da ve Amerika’da zirveye tırmanan İslâm düşmanlığını, “Kur’an’dan şu-şu ayetleri çıkarın.” küstahlığını, kişinin iradesiyle engel olamayacağı ve sebebini bilemeyebileceği masum bir korkuya indirgediğini farketmiyor bile.
Biz mi? Biz, tarihte birçok mevzuda gösterdiğimizden çok daha büyük bir gayret göstererek kendi tarihimizi inkâr etmekte azme devam içerisindeyiz. Attilâ İlhan ise saatlerini ayna karşısında harcayarak o ismi kadar ünlendirdiği kaptan şapkasına rağmen, İslâmofobinin, hatta Türkofobinin Avrupalı’nın ruh köküne kazındığını ısrarla vurguladığı için önemli. Bunu da ilk kez 1972’de yayımlanan, bence hak ettiği ilgiyi hâlâ bulamamış Hangi Batı? adlı eseriyle gerçekleştiriyor.
Aynı zamanda Hangi Batı? bir türlü kendini bulamayan genç Cumhuriyet aydınının, hakikatin ışığına koşuyorum zannıyla kendi körlüğünün etrafında dolap beygiri gibi dönedurmasının birinci elden samimi bir itirafnamesi niteliğinde. Ülkesini sevmek, ülkesi ve halkı için kendi çıkarını talileştirmek gibi fedakârlıktan öte ve önce hakiki bir idealistte bulunması elzem şartları serimlemek bakımından da şaşırtıcı bir örnek. Ve biraz daha aktüelleştirerek söyleyelim; örneğin Batıcı (Yumuşatarak söyleyelim: Kısmen Batılılaşmış veya kendini öyle sanan.) Türk aydınının niçin her seçim döneminde bıkmadan-usanmadan yanlış ata (atlara) oynadığının da timsali…
Kitap yazarın doğduğu şehirdeki ilkgençlik yıllarından başlıyor. Taksim ve civarındaki pastane ve meyhanelerde başlayan ve bir bekâr odasında sabahlara kadar devam eden sohbetlere odaklandıktan sonra Beyoğlu, Taksim, Pangaltı üçgeninden birden 1960’ların Paris’ine sıçrıyor.
Ve tekrar yurda dönüş. Önemli kısmı Paris aksamı elbette. Özellikle de Avcı Baytekin’in Sadık Uşağı Kolu bölümü hakiki bir şahika. Tatbikatı hâlâ devam eden milli sosa bandırılmış gâvurluğa örneklik bakımından elbette.
Yine de Hangi Batı? aynı zamanda bir fecaatler kumkuması.
Yazar, Frenkler’de görünce ağzını şapırdata şapırdata anlatırken hazdan hazza garkolduğu tefekkürde tahlili tavır yerine Cumhuriyet dönemine özgü o alaturka kestirip atma anlayışıyla hareket ettiğinden şüphelenmez bile.
Bilmeyene acımasız gelebilecek bu tespitin doğruluğunu ayrıca kendi görüşlerine şahit diye çağırdığı isimlerde de gözlemlemekteyiz: Onca afili başlıklara karşın içerikte Arap akademisyenleri kadar gevezelik etmekten öteye gidemeyen ve meselenin en kritik ânında çözümü daima topu taca atmakta bulan şark mütefekkiri tipolojisinin şahikası Niyazi Berkes kıvamında isimler.
Şeyh Sait’in idamının gerekçesini petrol bölgesinde bir isyan çıkarmak için emperyalist Batılılar’ın kışkırttığı ahmak bir zavallı kimliğine sıkıştıran…
Uzun süreli resmi tatil dönüşündeki trafik sıkışıklığından beter bir kafa karışıklığı kumkuması: Hem lise müfredatındaki Klâsik Türk Müziği’yle dalga geçilmesine veya Divan Edebiyatı’nı tahfife esef edeceksiniz, hem de Cumhuriyet’e özgü bütün karın ağrılarını ulvi çırpınışlarmış gibi kutsayacaksınız; üstelik aynı paragrafta. Ulusal yanlışa yanlış dememek için bu kadar tuhaflaşmak ne tuhaf.
Hangi Batı?’nın müspet ve menfi tuhaflıklarına işarete devam edeceğiz.