Güzel günlerde soygun

“Maskemizi takarız, banka şubesine gireriz, daha önceden hazırladığımız notu görevliye uzatırız; silâhlı olduğumuzu ve panik butonuna bastığı taktirde en önce onu, sonra da bankadaki birçok kişiyi vurmakla tehdit ettiğimiz kâğıdı okur-okumaz para doldurduğu çantayı kapar, koşmadan ama hızlıca oradan uzaklaşır; kolay parayı gerekli yerlerde harcarız.”

Fikir bu. Şipşak bir banka soygunu. Ne ki elbette işler plânlandığı gibi (Daha doğru bir ifadeyle plânlanmadığı gibi…) gitmez ve not kâğıdının uzatıldığı bankadaki görevli memure, kasasında istedikleri paranın zaten bulunmadığını beyan eder soyguncularımıza; hem de ona uzattıkları kâğıdın arkasına yazarak. Ne bu ihtimali, ne de başka bir ihtimali düşünme gereği hissetmiş soyguncular, hemen paniğe kapılırlar tabii. Bereket imdatlarına memure yetişir ve içeri gidip çantaya, istedikleri kadar parayı doldurup maskeli soygunculara uzatır.

Hesapsızlığın sonu

Polisler gelene kadar bankadan çıkan ama kaçmaya çalışırken hesaplanmamışlığın acı katılığına toslayan soygunculardan biri bir şekilde kaçmayı başarsa da öbürü ağır yaralanmış bir biçimde yakalanır.

Benzerini, benzerinin benzerini, hatta tıpkısının aynısını, tıpkısının aynısının tıpkısını defalarca ve defalarca seyrettiğiniz böyle bir konunun neresi kişiye ilginç gelebilir? Belki de böyle bir konu ve ilginçlik nasıl biraraya gelebilir ki?

Merak ettiyseniz şöyle buyrunuz:

Bir meramı farklı anlatmak istediğinizde yalnızca iki seçeneğiniz vardır. Ya konuyu alışılageldiğin dışında formlar üzerinden anlatacaksınız yahut da konunuzu, o güne değin yapılmamış bir tarzda, başka, değişik, yeni, farklı yönlerinden ele alacak, en azından başka öğelerle bağlantılandırdıktan sonra çok anlamlılaştıracaksınız. Evet ya, sanatta yenilik dediğimiz şey bu kadar basit işte. Fakat hatırlatırım: Türk aydınının en çok düştüğü tuzağa düşmeyin sakın. Çünkü bir şeyi ifade etmek, hele formüle etmek, asla yapabilmek manâsına gelmemekte.

Sinemada Yenilik mi?

İnsanlar geniş anlamıyla sanatta, dar anlamıyla sinemada yenilik dendiğinde çoğunlukla ikinci şıkkı şart koşarlar. Hâlbuki en azından içerikteki yenilenmenin sunduğu imkânlar kadar , bazı durumlarda anlatıcıya ondan da fazla yenilik imkânı sunan yöntem, biçim düzeyindeki görülmemişlik, işitilmemişlik ve denenmemişliktir.

Ben Safdie dışında Robert Pattinson ve Buddy Duress’in başrollerini paylaştığı, Lüksemburg ve Amerika Birleşik Devletleri ortak yapımı Soygun adlı filmi bahse kılmamızın sebebi de tam burada yatıyor. Film bu beylik, hatta sığ konusunu, alışılageldik sayılamayacak kadar farklı bir tarzda, görmediğimiz bir ifade biçimiyle anlatmaya sıvandığı için dikkate değerliği hak ediyor.

Banka soygunu ama…

Soyguncularımız Nick ve Connie aslında kardeş. Ve aynı zamanda Sanki Fareler ve İnsanlar’dan fırlamış gibi iki karakter: Biri kendinden emin, yeterince kurnaz, (Ama o kendisini zeki, daha da fena, akıllı zannediyor.) geniş anlamıyla kolaycı, meselelere odaklanmaktansa beherini hızlıca çözmeye yatkın karakterde. Öbürü hangi zihin hastalığının kurbanı olduğu belirsiz bir özürlü.

Fakat Soygun’da işler, Fareler ve İnsanlar’daki gibi ilerlemez. Yaralanan ve yakalanan kardeşi Nick’i kurtarmayı aklına koyan Connie, akılalmaz işlere girişir.

Çok geçmeden Yeşilçam filmlerinin en pespayesini kıskandıracak tesadüfler birbirini kovalar, bir tersliğin yerini, bir öncekinden çetini alır. Ne ki bütün bunlar, muhatabına nefes aldırmamayı aklına koymuş bir tempoda ilerler. Ve bu açarcasına ve uçarı hıza eşlik eden tempolu ve yüksek volümlü bir müziğin eşliğinde, bir ân duraksamadan oradan oraya koşturursunuz Connie’yle birlikte. Düşünmek size yasaktır sanki. Düşünmek, hissetmek, anlamak, kavramak, içselleştirmek… Yahut karakterlerin gelişiminin izini sürmek, olayların seyrine göre beherinin aldığı tavır ile benlikleri arasında bir irtibat kurmaya çalışmak… Kısaca o inanılmaz temponun içerisinde filmi anlamak için küçücük bir imkân bulmaktan adeta koparılıyorsunuz. Hem de hızın filozofu Paul Virilio’yu bile dehşete düşürecek bir hareketlilik içerisinde.

Üstelik bütün olup bitenler yalnızca bir gece boyunca yaşanır.

Çelişkiler senfonisi

Bizde her nedense fena hâlde bir yanılgıyla Soygun adıyla gösterime sokulan orijinal adıyla Güzel Günler/Good Days, en başta çelişkileriyle öne çıkan bir yapım. Birbirine zıt iki kardeş, sıkı bir zekâ gerektirecek banka soygunu fikri üzerinde hiç düşünülmeden uygulamaya geçilmesi, o kadar ki sonuçta banka memuresinin para dolu çantaya koyduğu boya bombası meselesinden bile habersizlik…

Peki bu niteliksizmiş gibi duran, her tarafından tipiklik akan film niçin bahis konusu edilmeye değer?

Ben ve Jashua Safdie Biraderler’in kotardığı Soygun, aslında tipik bir aksiyon, macera, avantür, polisiye karışımı beylik bir film… olacakken son ânda bu makus talihten sıyrılıp başka diyarlara yelken açmayı deneyen ve bu açıdan da ilgiyi hak eden bir yapım. İlgiyi hak etmek, her daim takdiri de hak etmeyi gerektirmekte midir? Başka bir ifadeyle bir filmin, müziğin, kitabın, resmin… şu veya bu gerekçeyle ilginçliği, o ürünün aynı zamanda niteliğine de müspet bir katkı sağlar mı?

Yenilik habercisi mi, moda mı?

Peşinen işaret edilmesi zorunlu husus şu: Belki de Soygun, birkaç yıl sonra moda hâline gelebilecek bir formatın ilk habercisi. Yahut da Jean-Jack Beineix’in Diva’sı gibi yeni bir sinema anlayışının… 1981 tarihli Diva adlı film, daha sonra post modern film denilecek anlayışın ilk örneklerinden biri sayılacaktı ama yayınlandığı tarihte en fazla büyük bir garabet örneği vasfıyla kucaklandı. Gerçi zamanının hayli önündeki Diva, Soygun gibi yalnızca biçim düzeyinde değil, yukarıda sözünü etmeye çalıştığım öbür yordamın da malzemelirini bol miktarda barındırmaktaydı ya. Orası ayrı mesele.

İlk dakikasından itibaren muhatabını bir yandan avucunun içine alan, aynı zamanda rahatsız edici bir tarzda her saniye huzursuz eden bir yapım. İzleyicisinin seyirlik keyif almasını imgelemekle yetinmeyen, biçim özelliği dışında yeni bir anlam arayışı peşinde de koştuğunun iddiasını haklı çıkarmayacak öğelerle dolu, hatta bu kaygıyı bile-isteye engellediği söylenebilecek, buna rağmen tuhaf bir etkileyicilik vasfı taşıyan Soygun da Diva gibi yeni bir sinema anlayışının ilk örneklerinden biri sayılabilir mi?

Bana göre hayır. Fakat şunu da peşinen vurgulamak zorunluluğu hissediyorum: İktisatçının öngörülerinde yanılanı makbuldür.

Bir miktar author sinemasından izler taşıyan, en azından yönetmenlerden birinin filmde başrol oynamasından tutun da bazı aşamalarında bu vasfı edinmeye gayret eden Soygun, önemsenmeyi ne oranda hak ettiği belirsiz fakat kuşkusuz ‘farklı’ bir film.

En nihayetinde insan, farklıya ilgi duymadan edemeyen bir varlık.

* * *

Piyanist: Chick Corea

Chick Corea, caz piyanistlerinin önde gelenlerinden… Klâsik eserleri de yorumlamış bir piyanist aynı zamanda.

12 Temmuz 1941 doğumlu müzisyen, biraz da İspanyol kökenli Amerikalılığının etkisiyle müziğin Oscar’ı Grammy’yi defalarca kucaklamış. Kuşkusuz bunda yetiştiği ocağın da etkisi var: Miles Davis. Cazın bu dahi isminin müzik dünyasına kazandırdığı nice isimden biri de Chick Corea. 1970 tarihli meşhur Bitches Brew albümünde tuşluların ardında Chick Corea yer almaktadır. Peki halefi kim? Bir başka dev isim: Herbie Hancock.

Chick Corea, Miles Davis’in grubundan ayrıldıktan sonra, baba evinden ayrılan her yeni yetmenin karşılaştığı kaçınılmaz sorunla yüz yüze gelir: Arayış. Müzikal dünyada buna deneysellik diyoruz. Bu yıllarda Corea’yı avant-garde türde denemelerde ve solo albümlerde görüyoruz. Bu dönemin ürünü Circle isimli grup.

Ardından kendi rüştünü ispat dönemi: Return To Forever. Corea, bu ismi taşıyan kendi grubuyla 1970’ler boyunca fusion türünde bir dizi albüm çıkarır. Kendisine eşlik edenler arasında basçı Stanley Clarke ve gitarist Al Di Meola gibi popüler caz dinleyicisinin aşina olduğu isimler var. Peki aynı dönemde rakipleri kimler? Weather Report ve Mahavishnu Orchestra. Bu dönem albümleri, öncekilere göre daha az özgündür. Bunda Corea’nın o yıllarda hemen hemen bütün ünlü isimlerin kenarından köşesinden bulaştığı Scientology tarikatının etkisi var mıdır, bilinmez.

Olgunluğa doğru

1980 ve 1990’lar boyunca Corea, Chick Corea Elektric Band ve Chick Corea Akoustic Band gibi grup çalışmalarına ağırlık verir. Aynı zamanda klasik müzik düzenlemelerine yer verdiği albümler yapar. Bu dönem, Corea’nın diğer caz müzisyenleriyle birlikte kaydettiği albümler dönemidir. Bu süreç, pek çok ödülü ve kendine ait bir plâk şirketi kurmayı da beraberinde getirir.

Corea’nın müzikal gelişimi, caz fusion’la başlamış, deneysel çalışmalarla devam etmiş, nihayet pop denebilecek ürünlerle de “zirve”ye ulaşmıştır. Bu süreç içerisinde kuşkusuz hayli özgün çalışmalar da var. İşte Crystal Silence da bunlardan biri.

Chick Corea’nın önemli öteki albümlerinden birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Inner Space, Tones for Joan’s Bones, Lights as a Feather, Hymn of the Seventh Galaxy, My Spanish Hearth, Eye of the Beholder, Like Minds ve Solo Piano: Originals.

Son bir tespit: Galiba Chick Corea, müzisyenlerin çoğunun başaramadığı bir başka özelliğe de sahip; üzerinde çalıştığı işin muhatabını avam veya havas için diye başarıyla tefrik edebilmek.

Ve elbette tefrik de ettirebilmek.