Gurbet hikâyeleri

Zamanımızın gençleri Refik Halid’in ne kadar farkında acaba?

Haberdarlıktan bahsetmediğim açık. Kastım tefrik edebilmeye dair. Öyle ya, günümüzde eli kalem tutan herkesin adı yazar. Bırakalım edebi yahut fikri seviyeyi takdiri, muharrir ile müellifi tefrik bile mühim bir vasıf âddedilse yeri.

Hâlbuki bir şeyi bilmek, en başta o şeyin, o varlığın değer skalasındaki yerini ve konumunu doğru tayin edebilmek demek. Bu da bilginin kendisi değil, sadece birinci basamağı. Şimdilerde bilmek dendiğinde anlaşılan haberdar olmak; o da yarım-yamalak.

Demem o ki elbette gençler Refik Halid’den haberdar; ders kitaplarına girenlerden çünkü. Ama o kadar. Gerisine ihtiyaç hissedilmiyor. Belki edebiyat öğretmeninin zoruyla yarım-yamalak okunan birkaç metin; internetten indirilen yalapşap bir ödev. Hâlbuki Refik Halid’in günümüz gencine söyleyecek ne de çok sözü var. Elbette bir Namık Kemal’den, bir Tevfik Fikret’ten bahsetmiyoruz nihayetinde. Bu nevi yazarlarımız, içeriği denli diliyle de mümtaz iken Refik Halid, döneminin bir nevi Yılmaz Özdil’i. Şaşırtıcı, evet.

Ama kendi döneminin.

Resmi kabul ve sonrası

Öte yandan, yazık ki şimdilerde handiyse yoksayılmaya yakın tutulmak için ders kitaplarına girmek kâfi. Resmi kabul görmek, bir yandan üzerinizdeki sakıncaların, hatta yasakların kaldırılması ama öbür yandan da meşrulaşmak; başka bir ifadeyle sıradanlaşmak, tipikleşmek, sakıncasızlaşmak demek.

Tektipleşmek yani.

Dikenlerinizin ayıklanması, (Kirpi, evet…) belki sizi kucaklayıp bağrına basacak nazik elleri muhafaza etmeye yarayacak ama bu durum, aynı zamanda asliyetinizden mahrum bırakılmanız da demek. İsterseniz Nâzım Hikmet örneğine bakın bu minvalde, dilerseniz Necip Fazıl. Her daim birbirlerine tezat teşkil eden bu iki ismin ikisi de bugün bütün gayrimeşruluklarından kurtulmuş, daha doğrusu arındırılmış durumda. Devletin en resmi ricali bile ne Nâzım Hikmet’in vatan hainliğini hatırlıyor bugün, ne de Necip Fazıl’ın bir mahkûmiyet yaftasıyla vefat ettiğini. Üstelik çoluk-çocuğa hâlen daha gerçekmiş gibi yutturulan yakın tarihe dair önemli bir iddianın asılsızlığına işaret ettiği bir kitabı yüzünden.

Ne ki gariplik şurada: Cumhuriyet Türkiye’sinde kabul görmek demek, aynı zamanda meşhur meçhuller kervanına katılmak demek. Hâlbuki bu edebiyatçıların üçü de hayattayken resmi bakışa göre benzer hukuki muamelelere maruz bırakılacak bir değerde görülmelerine rağmen, meşhurdular ama aynı zamanda malûmdular. Şimdilerdeyse bilinirliklerinin hiçbir tehlike arzettiği yok.

Necip Fazıl’ın ömrü mahkeme koridorlarında ve hapishane koğuşlarında geçti. Nâzım Hikmet yurtdışına kaçtı; hem de iki kere. Refik Halid ise aynı resmi bakış açısı doğrultusunda uzun yıllar sürgüne gönderildi. Defalarca. Taşrada aldığı nefesi saymadan duramayan bir İstanbullu için yakın ve uzak sürgünler ne demek!

Şu demek:
“İmkân olsa hükûmet konağındaki odasına da benim için bir masa koyduracaktı; çalışma saatlerinde de karşılıklı oturup İstanbul’dan bahsedecektik. Uzakta kalanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarda çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bir serin nefestir. Bilhassa çölde onu konuşurken hep beyaz yelkenlerin kayıp gittiği şurup renkli denizler, avize gibi şıkırdayanpınarlar, çınar ve çitlembik gölgeleri, çilek tarlaları, fulya bahçeleri, tüy gibi ince kadınlar ve ağızlarından şekerleme kadar tatlı sözler dökülen kızlar görürsünüz. Yalnız görmezsiniz, dokunursunuz, tutarsınız, kucaklarsınız da. Kokusunu duyar, tadını alırsınız. Leylâk dalları yüzünüze sürülür gibi olur…” (Gurbet Hikâyeleri, Refik Halid Karay, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2016, s. 51-52).

Refik Halid Halep’teyken sadece İstanbul hasreti çekmemiş. İçine doğduğu Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerindeki mürai insan tipine kişiliğinin hakikatini haykırmak maksadıyla İstanbul gazetelerine verdiği kendi vefat ilânı meşhur. Sahte vefatı üzerine, geçmişte hakkında en adi dedikoduyu ve müzevirliği esirgemeyen tanıdıklarının sahte ağıtlar düzerken suçüstü yakalamanın hınzır zevkini de yabanan atmamak lâzım.

Muhalif ve muarız

Bir İstanbul çocuğu, gayrimeşru Ankara Hükûmeti ile Dersaadet arasındaki sürtüşmede İstanbul’dan yana tavır almasın da ne yapsındı? O sırada aynı zamanda Posta ve Telgraf Genel Müdürü. Nihayetinde 150’liliklerdenliği kaçınılmaz. “İhaneti vataniye” iddiasıyla vatandaşlıktan çıkarılır ve yurtdışına sürülür.

Sürgündeyken de Doğruyol ve Vahdet isimli gazeteleri çıkararak Cumhuriyet’in ceberrut resmi eşhasının keyfini kaçırır. Dönemin edebiyatçılarının pek çoğu gibi vaktinin çoğunu sanat kaygılarından çok, vatan meseleleri işgal eder. Bu da esere keyfiyet eksikliği şeklinde yansır elbette.

Bereket 38’de yurda dönebildi. Ne ki taşrada, dışlanmış ve tazyif edilmiş bir şekilde yaşamak her insanı tarifsizce yıpratır.

Sanatını da. Yine de Refik Halid mühim bir yazar. Benzerini artık göremeyeceğimiz İstanbul Türkçesi’nin son temsilcilerinden biri çünkü.

Hâlbuki ne çok söyleyecek lâfı var bize Refik Halid’in. Şimdilerde şöhret merdivenini iki günde tırmanan, kitapları baskı üstüne baskı yapan, söyleşi yapılmadık mecra bırakmayan ama sıfır kıratlık yazarlara oranla ne mühim bir mevkide.

Refik Halid’in günümüz Türkiye’si için büyüklüğünü idrake bir Eskici dahi kâfi.

Sanatkârane bir müşahade kudreti, ana hatlarıyla çizilen hakikati olanca etkileyiciliğiyle muhatabına aktarabilme kuvveti, hayale kapı aralayan tabiiliği ve bitimsiz memleket hasretiyle örülü billûr bir İstanbul lisanı.