Görüntünün kudreti ve Cartier-Bresson

Yaygın kabul gören tarzda veriye dayalı bir biçimde ifade edersek, 15 bin yıllık insanlık tarihi boyunca XX. yy kadar insan zihninin yönlendirildiği, hatta manipüle edildiği bir döneme rastlayamayız. Hatta sanatın karanlık yüzüne bakmayı göze alabilirsek teslim etmek mecburiyetindeyiz ki sanat, özellikle de edebiyat, bu uzun soluklu zihin yönlendirme ameliyesinde her daim başrollerde yerini almıştı. Başka bir ifadeyle modernleşmeyle birlikte sanat, klâsik dönemdeki kendine özgü o fildişi kulesinden alaşağı edilmiş ve belli bazı toplum tasarımlarının aracı hâline getirilmişti. Özellik le de edebiyat.

Sanayi Devrimi sonrasında on dokuzuncu yüzyıl Londrası’nın tipik bir orta sınıf şehirlisinin evini akşam yemeği sonrasında ziyaret edelim: Kilisenin kontrolündeki klâsik eğitim anlayışına alternatif teşkil eden ve bugünkü eğitim tarzının atası durumundaki ‘öğrenmek için öğrenmek’ anlayışında, yani hikmeti kavrama gayesini terketmiş kolejden yeni dönmüş çocuklar ödevlerini henüz bitirmiştir. Anne mutfakta bir taraftan bulaşıklarla ilgilenmekte, baba da salonda gazetesini okurken tütününü tüttürmektedir.

Sözün gücü yerine yazının gücü

Az sonra bütün ev halkı 16’sını süren yeniyetmenin etrafını sarar. Delikanlı epeydir yaptığı gibi evde ışığı en iyi alan koltuğa kurulur ve dün gece kaldığı yerden romanı okumaya başlar. Herkes pürdikkat kendisini dinler. Baba arada bir okuyanın sözünü kesme ve arada bazı açıklamalarda bulunma hakkını bulur kendisinde. Bir yandan da gözü, sık sık mutfağa girip çıkan karısındadır; yaptığı açıklamalara tepkisini ölçmek için karısını süzer.

Bir, bir buçuk saatlik okumadan sonra bu sefer romanı 14’ündeki evin kızı alır. İki bölüm de o okur. Evdeki herkes okunan romanda kendinden bir şeyler bulur. Anlatılanları yaşına, kültürüne, kabullerine, deneyimlerine ve mizacına göre yorumlar.

Karakterlerin önceki bölümlerdeki davranışları ile şimdi yapıp ettikleri arasındaki çelişkilere dair ufak çaplı tartışmalar zuhur eder bazen. Annenin evdeki vazifelerinden biri, alevlenen bu tartışmaları ustaca sulha bağlamaktır.

Karanlıkta parlayan aydınlık

Yirminci yüzyılın ortalarına değin aynı tarzdaki bir aileyi, aynı saatlerde bir sinema salonunda bulabilirdiniz. Bu sefer belki bir aile locasındadırlar, belki salonun ortalarında birkaç koltukta yanyana oturmaktalar. Işıklar sönünce karanlıkta beyaz perdeye yansıyan görüntüler hızla akmakta ve çok geçmeden ortaya, belki de yürek paralayan bir hikâye çıkmaktadır. 45 dakika sonra verilen arada kısa bir değerlendirmeyi hesaba katmazsak sözünü ettiğimiz ailenin seyir keyfi, filme dair yol boyunca yapılan tartışma sırasında zirveye çıkar. Artık 16’sındaki yeniyetme babasına karşı daha bir diklenmektedir; ondan iki yaş küçük kız, hem annesine, hem babasına, hem de ağabeyine karşı pervasızdır. Baba mütehammil olmak zorundadır, anne aldırmaz.

Aynı yüzyılın ikinci yarısında aynı tarz aileyi, aynı saatlerde bu sefer evlerinde görmekteyiz. Tıpkı bir önceki yüzyıldaki gibi. Bu sefer beyaz camın karşısına dizilmiştir aile fertleri. Kumanda bir babanın elindedir, bir annenin. Tartışma konusu ise televizyonda hangi programın seyredileceği meselesi… Ailenin her ferdi, kendi hâlindedir. Az konuşur, çok izlerler. Henüz tam anlamıyla birbirinden kopmalarına daha vakit vardır.

Görüntünün hükümranlığı

Aynı aileyi günümüz şartlarında tahayyül etmeye hacet var mı? Oturma odasındaki televizyonun karşısında muhtemelen bir tek baba vardır; anne mutfaktaki televizyonda kendi istediği gündüz programının tekrarını izlemektedir. 16’sındaki delikanlı, kendi odasındaki bilgisayarının başındadır; genç kız ise tabletiyle birlikte…

Bu aileyi on yedinci yüzyılda aynı saatlerde ziyaret etseydik, muhtemelen oturma odasında dedenin etrafında öbeklendiklerine şahitlik edecektik. Ya bir hatırasını anlatmaktadır dede veya bir arkadaşından dinlediği heyecanlı bir hikâye…

Söz, yazı, hareketli görüntü, portatif hareketli görüntü ve nihayetinde hareketli görüntü de dahil handiyse her türlü veriyi bünyesinde barındırabilen taşınabilirliğin zirvesinde elektronik aletlerin insan zihni üzerindeki beklenmedik ve bilinmedik hükümranlığı…

Malûm, bir romanın her satırı ayrı bir yönlendirme potansiyelini bünyesinde yüksek oranda barındırabilir. Asıl kabûlü zor husus, sinemanın içerisinde barındırdığı teshir kudretinin nelere ve nelere kadir olabileceği. Öyle ya, macerasına sözle, sözün gücüyle başlayan insanlığın, bu gücü alt eden yazının kuvvetiyle tanışması zaten çetin bir süreçti. Ve peşi sıra takip eden görüntünün ve hareketli görüntünün teshiri… Ardından gelen sesin etkileyiciliğinin katkısı… Ve nihayetinde televizyon, ardından da tablet teknolojisinin ürettiği duyma, görme ve dokunma hislerinin müşterek çarpıcılığı… Ve aralarda denenen ama rağbet görmeyen, sinema salonuna, oynayan filmin o ândaki sahnesine uygun kokular salma uygulamasından tutun da üç boyutluluk girişimlerine kadar nice duyuları yönlendirme yöntemi.

Ve hatta yönetme.

Fotoğrafın yükselişi

Bu yönlendirmelerin arasında en garip, hatta günümüz şartlarını dikkate alarak söyleyeceksek, en ihmal edileni, kuşkusuz görüntünün ta kendisi. Fotoğraf dediğimiz. Sinemanın ve televizyonun, özellikle Amerika’da insanları yönlendirmek için ne haltlar karıştırdığına dair çok şeyler yazıldı. Avrupa’da da hakeza. Fakat fotoğraf ve onun gizil gücü epeyce ihmal edildi.

On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında icat edilen fotoğraf, ilkin haberi kuvvetlendirmek için kullanılır; illüstrasyonun yerine. Haberdeki konuyu kelimelerle uzun uzun okuyan ve anlayan kişi, hele bir de yanındaki fotoğrafa baktığında, boks diliyle söylemeyi deneyelim, bazen yazının sayıyla elde ettiği galibiyeti nakavtla taçlandırmakta. Üstelik çok daha yüksek bir etkileyicilikle.

Kısa zamanda dünyanın birçok yerinde, haber ajanslarının yanında bir de fotoğraf ajansları kurulur. En efsanevisi kuşkusuz Magnum. Dünyanın en iyi fotoğrafçılarını bünyesinde barındırır bu ajans. David Seymour, George Rodger, Bruno Barbey, Sebastiao Salgado, Josef Koudelka, Ansel Adams, W. Eugene Smith ve Henry Cartier-Bresson devlerden birkaçı.

Robert Capa’nın 1947’de kurduğu bu ajans, dönemin Life ve Time gibi dergilerine ve Amerika ile Avrupa’nın büyük gazetelerine, özellikle savaş ve felâket fotoğrafları satarak efsaneleşir. Sıradan fotoğraflar değildir elbette bunlar; beherini emsallerinden ayıran çok temel bir özellikler vardır: estetikten pak alan etkileyicilik.

Fotoğraf üzerine düşünmek

Zamanla Magnum’da birbirine taban tabana zıt iki anlayış belirir ve çok geçmeden çarpışmaya başlar bu görüşler. Fotoğraf habere hizmet eden ve gerçeği yansıtan bir öğe midir yoksa gerçeğe alternatif bir bakış açısı sunan, dolayısıyla haberin yardımcısı bir öğelik payesini katbekat aşan ve bu açıdan sanatla yarışan müstakil bir ifade vasıtası mıdır? Bu anlayışlardan ilkini temsil eden kişi, Magnum’un kurucusu ve ajansa en çok para kazandıran şahıs durumundaki Capa, ikinci anlayışın bayraktarı ise ajansa en az gelir getiren ama fotoğrafları en çok yankı bulan Cartier-Bresson.

Aslen bir ressam kendisi. Ne ki resimleri pek önemsenmez. Hitler’in resimleri düzeyinde değil elbette.

Belli ki Cartier-Bresson, resim üzerinden öğrendiklerini ustalıkla fotoğrafa uyarlayabilmenin semeresini toplamış bir ömür. Aynı zamanda fotoğraf üzerine en üst düzey düşünceleri dile getiren kişi Cartier-Bresson. Hem te tek bir makaleyle: Karar Ânı. Bu kısacık makalenin üzerine çıkan bir başka fotoğraf düşüncesiyle henüz tanışmadık. Tıpkı Henri Cartier-Bresson’un fotoğrafıyla yarışacak bir başka fotoğrafla ve fotoğrafçıyla karşılaşmadığımız gibi.

Türkiye’ye de gelen ve Ara Güler’le İstanbul sokaklarını arşınlayan Cartier-Bresson’un fotoğraf ve başka konulardaki kısa değinilerinden derlenmiş bir seçki, İlker Maga tarafından derlenir ve YGS Yayınları tarafından 2006 yılında Karar Ânı adıyla basılır.

Dünya çapında pek az fotoğrafçı yetiştirmemize rağmen çok sayıda fotoğraf sevdalısına sahip ülkemizde bu kitabın 11 yıldır yeni bir baskısı yapılmadı. Niçin acaba? “Fotoğraf çekmek, beynin, gözün ve kalbin aynı ânda bir olayı hedeflemesidir.” diyen Cartier-Bresson’u hesaba katarak soralım, demek ki bizde bu üç öğe belli bir olayı hedefleyecek bir düzeye henüz erişmedi mi yoksa?

* * *

Arvo Pärt ve müziğine dair

Arvo Pärt’ın hayatı roman sahiden. Yüzyılın ruhunu veren bir roman bu.

Avrupa’nın en karanlık evrelerinin birinde, 1935’te dünyaya geliyor; Estonya’da.

Meşhur hikâye: Müzik terbiyesine başlama yaşı 7. Hikâye devam ediyor: Kısa bir süre sonra kendi bestelerini yazmaya başlar. İlk hocası, bir başka ünlü Estonyalı besteci Heino Eller. Hocası için sözü: “Sanki kollarını silkeliyor da notalar dökülüyor.

İlk başlarda tipik bir yeni-klâsikçi. Yani ustaların yolundan giden mütevazı bir gelenekçi. Bu yol onu nereye çıkarabilirdi ki! Takip ettiği Shostakovich, Prokofiev ve Bartok’un yanına mı? Eee, bu mudur yapılması gereken!

Bu durumu fark ettiğinde ilk yaptığı iş: Geleneğe başkaldırı! Yani çağdaş, yenilikçi ve deneysel tarzlarda kendini ispat… Bu evrede en fazla etkilendiği isim tabii ki XX. yy. müziğinin en büyük ufuk açıcısı Scoenberg.

Yenilikçilik ve deneysellik zaten her zaman ve mekânda tepkiyle karşılanan bir tercih ya. Sovyet Rusya gibi bir ülkede hiç mi hiç şansı yoktur. Nitekim Pärt’ın müzikal gelişimi bu evrede ciddi bir itirazla karşılaşıyor. O dünyaya yeni bir ses getirme telâşındayken, kendisine söz hakkı tanınanlarca çanına ot tıkılır. Sonuç travmatik: Dünyaya tam bir küskünlük, derin ve uzun bir sessizlik. Ve hiçbir yerde tutunamama hâli. Sürekli bir göçmenlik… İlkin Viyana, ardından Berlin ve nihayet yine Estonya.

Sessizlik sonrasındaki üretkenlik

Pärt’ın bu sessizlik dönemindeki ruh hâlini, besteciye dair bir kitap yazmış bir müzisyen şöyle anlatır: “Tam bir umutsuzluk içerisine girmişti. Bestelemek en lüzumsuz işti. Zaten bir tek bir nota yazmak için bile gerekli itimadı bulamıyordu kendisinde.”

Bestecinin daha sonraki yıllarında da belirli aralıklarla tekrar edecek bu sessizlik dönemi, beste yapmasını engellese de müzik üzerine düşünmesine engel olmuyor. Bu ilk sessizlik döneminde en fazla ilgilendiği, erken dönem Avrupa çok sesli müziği. Amacı, yetiştiği kültürün köklerine ulaşmak ve buradan her şeye yeniden başlamak. Bu sessizlik veya düşünme dönemi, farklı bir müzikal anlayışa ulaşmasıyla sona eriyor. Ve ardından uzun bir yaratma süreci…

Batı klâsik müziğinin temelini armoni teşkil eder. Zenginliğin ve ahengin ta kendisi gibi takdim edilen armoninin yerine, daha az ses ama çok daha zengin bir müzikal yapıyı koymayı amaçlamak… Kısaca minimalizm bu.

Her ne kadar minimalizm denince akla Steve Reich, Michael Nyman ve Philip Glass gibi isimler geliyorsa da Pärt’ın minimalizmi, bu tarza bambaşka bir anlam yüklüyor. Basit tekrarlardan ve yüzeysel etkileyicilikten kurtarıyor minimalist müziği; çok daha derin bir kıvama taşıyor.

Pärt’ın bu anlayışla bestelediği eserler arasında en önemlileri Für Alina(1976), Tabula Rasa (1977), Spiegel im Spiegel (1978) ve Fratres (1980) sayılabilir.