9 Kasım 1950’de Anıtkabir’e dikilen ve 66 yıldır Türk bayrağının dalgalandığı 34 metre uzunluğundaki direğin çok önemli ve manidar bir hikâyesi var. Şu günlerde milletçe bertaraf etmeye çalıştığımız ekonomik darbe girişimine karşı ortaya konulan mücadelenin de ‘direği’ olur kendisi. Yokluğumuzun, yoksulluğumuzun, üretememenin simgesidir aynı zamanda. Gözü yükseklerde, gönlü mahzun, biçare bırakılmış, ezilmiş bir milletin hıncıdır bu direk. Sadece direğin kendisi değil, al bayrağımızı yerin 34 metre üstünde tutan, onu sımsıkı kavrayan “ip” de, sanayicimizi kendisine getiren kamçı olmuştur.
Bayrak Kanunu’na göre ‘1 numaralı bayrak’ olan bayrağı dalgalandıran direğin öyküsü için 1945 yılına gitmemiz gerekiyor. Cumhuriyet’in yokluk günlerine… Anıtkabir inşaatı sırasında New York’tan başbakanlığa bir mektup gönderilir. New York’ta gemiler için bayrak direği üreten American Flagpole şirketinin sahibinden gelmiştir mektup. 8 yaşındayken ailesi ABD’ye göç eden, Makedonya’da hakiki bir Türk terbiyesi ile büyümüş Nazmi Cemal, yaşadığı ülkede sahip olduğu kimliği ile yani William Johnson olarak yazmıştır mektubu. Fakat duyguları tamamen milli ve yerlidir. Binlerce kilometre öteden şu sarsıcısı cümleleri kurmuştur: “Bütün varlığımla Türklüğümle iftihar eden bir vatandaşım. Zaman ve mekan, Türklüğüme ve yurduma karşı sarsılmaz sevgime halel getirmemiştir. Atatürk’e karşı pek derin bir sevgi ve saygı ile bağlı bulunduğumdan yapılmasına başlanılan Ata’mızın mübarek kabrine rekzedilmesi (dikilmesi) için üstat ve mahir mühendislerim tarafından imalathanemde hususi bir surette yaptırdığım sancak direğini hiçbir maksat beslemeksizin size bir hizmet iştirakıyla ve bir hediye olarak bütün masrafı ve sigortası tarafımdan verilmek şartı ile anavatana göndermek azmindeyim.”
Bayrak direği Türkiye’ye gönderilmeden önce New York’ta 3 Mart 1946’da tören düzenlenir ve gemiyle Büyük Okyanus’u aşarak 11 Nisan 1946’da İstanbul’a ulaşır. Direğin Ankara’ya getirilmesi için de özel bir çalışma yapılır. Direği taşıyan yük vagonlarının geçeceği güzergâhtaki tüm virajlar ve yükseltiler tek tek hesaplanır ve direk 9 Kasım 1950 günü monte edilir.
Bayrak Kanunu’na göre 10 Kasım hariç hiçbir ulusal yasta yarıya indirilmeyen bayrağın ipinin hikayesi de direk kadar sarsıcıdır. Sıcak, soğuk, yağmur ve kar ile zamanla aşınan ve içinde çelik tel olan ip de Amerika’dan getiriliyordur. Direk dikileli 30 yıl olmuştur ve koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, al bayrağımızı o 34 metrelik direğin tepesinde dalgalanırken tutacak ipi dahi yapamaz haldedir. Bu arada 3 darbe yapıp, bir başbakan ve 3 bakanı idam eden ‘demir yumruk’lar, yerli ve milli bir ip imal ettirememiştir.
Nuri Demirağ’ın öncülüğünde 1936’da başlayarak 1950’lere kadar uçak üreten; İspanya, İran ve Irak’tan dahi sipariş alan Türkiye, direğini ABD’deki bir vatanseverin hediye ettiği bayrağı gökte tutacak ipi imal edemiyordu. Ne kadar hazin bir tablo değil mi? İsmet İnönü’nün Türkiye’si kepenk kapatmıştı resmen. Uçak fabrikasında ise artık düdüklü tencere üretiliyordu.
Bu ‘ipsiz sapsız’ yönetimin basiretsizliğini dert edinen, Güner Coşkun isimli 34 yaşındaki bir işadamı olmuştu. 1981 tarihli Hürriyet gazetesinden okuyoruz: “Anıtkabir’in bayrak direği ipinin Amerika’dan getirtileceğini öğrenen işadamı Güner Coşkun, bunu sindiremez ve içinde 4 milimetre çelik tel bulunan ipi imal edip yöneticilere teslim eder.” Güner, Çankaya Köşkü ve TBMM’deki bayrak direklerinin iplerini de uzun yıllar üreterek devlete hibe eder. Yerli ve milli bir ipimiz olmuştur artık.
1981’den bugüne 35 yıl geçti. O gün, 35 metrelik ipi üreterek gazetelere haber olacak kadar çok büyük bir başarıya imza atan, bunun ötesinde ülkenin yerle bir edilen onurunun üstündeki tozu toprağı silkeleyen o genç işadamının göndere çektiği al bayrak; yerli ve milli insansız hava araçlarında, helikopterlerde ve son olarak Göktürk Uydusu ile göğün zirvesine çıkıyor artık. 2000’lerden bu yana prangalarını hızla kıran ve genç nüfusunun hakkını veren Türkiye, şimdilerde yeni bir hikaye yazıyor.
Geçtiğimiz hafta uzaya gönderdiğimiz Göktürk-1 uydusunun fırlatılma töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘ambargo’ları kast ederek, “Kötü komşu insanı hacet sahibi yapar. Bu tür ambargolar bizi bitirmedi, hacet sahibi yaptı” şeklindeki ifadeleri çok önemliydi. ABD’den satın almak istediğimiz İHA’ların verilmemesini hatırlatarak, “Biz de kendimiz üretiyoruz. İşte azmettik, kararı verdik ve silahlı İHA’da olduğu gibi daha ucuza projeyi yapma imkanımızı gördük” dedi.
Son 4 aydır mühimmat yüklü olarak havalanan ve terör örgütü PKK’ya kırsal bölgede başını kaşıma imkanı dahi tanımayan Bayraktar TB2’lerin de ‘dert sahibi’ bir geçmişi var. İsrail, 2005’te yapılan anlaşma kapsamında satın almak istediğimiz HERON’ları (insansız hava aracı) zamanında teslim etmeyip, daha sonra kiraladığı başka modellerini de ‘PKK’yı takip ve tespit edemeyecek bir donanımda’ hizmetimize sunmasaydı, Bayraktar ailesinin İHA üretmek gibi bir derdi olmayacaktı.
Türkiye’nin tamamen yerli ve milli İHA projesi ilk olarak 2000 yılının başında Şırnak 6. İç Güvenlik Tugayı’na yapılan bir ziyaretle başladı. Tugaydaki komutanlardan Yarbay Melih Gülova, Özdemir Bayraktar’a şehit kanlarını göstererek teröre karşı teknolojik bir çare bulmaya çalıştığını söyledi. Bunun üzerine Tugay’ın bulunduğu Gabar Dağı’nın eteklerinde atölye kuruldu. Bayraktar kardeşler ve mühendisler 2 yıl Gabar’daki atölyede kalarak ve bölgeyi inceleyerek Türk Ordusu’nun ihtiyacı olan Gözcü mini İHA’yı yerinde geliştirdi. Yarbay Melih Gülova, 2007 Haziran’ında Şırnak’ta teröristlerce uzaktan patlatılan bir bombayla şehit düştü. İsrail yapımı Heron’lara rakip olarak Türk mühendisler tarafından imal edilen ve Türk Silahlı Kuvvetleri ile Emniyet Müdürlüğü tarafından terörle mücadele noktasında yoğun bir şekilde kullanılan Bayraktar ile Türkiye, dünyada İHA ve akıllı mühimmatı bir arada kendi üretebilen 6 ülkeden biri oldu. Hem de ‘müttefikimiz’ ABD’nin satmadığı Predatorlerin 20’de biri fiyatına…
Tarihimizde yer edinmiş, edinecek olan tüm bu örnekler, ekonomimizin ‘ruh’umuzdan bağımsız olmadığını ortaya koyuyor. Birileri çıkıyor ve en olmaz denilen anda taşın altına elini koyuyor. Ve sonra büyük bir potansiyel olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Türkiye’nin dolar karşısında verdiği mücadelenin de böyle bir seyri var. Bu sebeple suni ekonomik krizlerin de birer şahlanışa dönüşeceğinden şüphemiz yok. Göndere çekecek al bayrağımız olsun, o bayrağa can veren yiğitler ve bayrak dalgalanmaya devam etsin diye emek veren yürekler olsun yeter. Bu zenginliğin aşamayacağı kriz yoktur. Eminiz.