Godot’yu bekler misiniz?

Samuel Beckett’in Fransızca yazdığı Godot’u Beklerken, ilk kez 1952 yılında yayımlanır. Vodvil, sirk, pandomim gibi tiyatro türlerinin ölçülü bir karması niteliğindeki metin, yazarının ifadesiyle “iki perdelik bir trajik fars”tır. Yani, avam için yazılmış, adinin bayağısı bir güldürü. Peki sahiden öyle mi? Ne gezer.

Bugün tiyatro edebiyatının çağdaş klâsikleri arasında yer alan oyun, orta yerinde kurumuş bir ağaç bulunan bir kır yolunun kenarında geçer. Zaman, belirsiz bir akşam vakti.

Vladimir ve Estragon adındaki iki başkişinin meslekleri oyunculuk. Ne ki sahneye çıktıklarında yazılı bir metni oynamazlar. Kelimelerle kurdukları bir oyunu (Bizdeki tulûata benzer.) irticali bir şeklinde oynarlar. Oyun süresince bir olaydan hareket etme ve bu hareketi bir sonuca bağlama kaygısı da taşımazlar. Oynadıkları oyunlarda, entrikalar, tesadüfler, anlaşılmaz ve beklenmedik tekrarlar da görülmez.

Oyun kişileri, varoluşları gevezelik etme yeteneğine bağlı kimseler. Bu durağanlık, sahneye Pozzo ve Lucky’nin gelmesiyle biraz hareketlenir. Birden akşamın bastırması üzerine Pozzo ve Lucky gider. Oyun, bir çocuğun Godot’un gelmeyeceğini açık etmesiyle noktalanır.

Hergün biteviye tekrar eden bu yaşantının/oyunun, Godot’un gelmesiyle başka bir biçime girmesi beklenmektedir. Biraz umutla, biraz da umutsuzlukla her gün, aynı yerde Godot’u bekler bu kişiler.

İkinci perdede aynı kıpırtısızlığın ertesi günkü versiyonu izlenir. Aradaki fark ise yalnızca şu: Pozzo kör olmuştur; Lucky ise sağır. Oyun, yine haberci çocuğun gelmesiyle sona erer.

Oyundaki oyun ne?

Oyuncu adları Gogo ve Didi olan Estragon ve Vladimir, oyunlarını, ortasında kuru bir ağaç bulunan bomboş bir sahnede oynar. Oyunları tamamen doğaçlamaya dayalı. Kimi zaman sözlerle, kimi zaman hareketlerle, kimi zaman da sessizliklerle ilerler oyunları. (Evet, hayat.) Oyunlarında belli bir izlek, özellikle yer almaz. Sahnede hareket maksadıyla söz bulmakta güçlük çekerler kimileyin. Hiçbir cümlelerini bitiremezler. Bitirdiklerinde de sözleri, daha önce söylenilenlerle ya da daha sonra söyleneceklerle uyuşmaz.

Karşılıklı birbirlerini inkâr eden, anlamını yok eden cümleler kurmaktan kaçınmazlar. Bu iletişimsizlik ve bu iletişimsizliği pekiştiren dil kullanımı, varolan ya da varolmaya hazırlanan anlamı bütünüyle ortadan kaldırır. Ancak gösterilerinin, şu ya da bu biçimde devam etmesi gerekir. Her perdenin başında, güneş batarken oyunlarına başlarlar.

İkili, oyunla birlikte biraraya gelir ve geceyi geçirmek üzere ayrılır. Her akşam oyunda, bir önceki gün gösterilenlerden hatırlayabildiklerini yineler; hatırlayamadıkları yerlerde de yeni doğaçlamalar ekleyerek oyunlarını yeniden oynarlar.

Oyunun her iki perdesinde de sahneye Pozzo ve Lucky gelir. Pozzo, zamanında Lucky’nin yeteneklerini sömürerek az çok para kazanmıştır. Lucky ise yaşlanıp çaptan düşmüş, yeteneklerini kaybetmeye başlamıştır. Artık ne doğru dürüst dans edebilmekte, ne de anlamlı bir tirad oluşturabilmektedir. Ancak Pozzo’dan da ayrılamaz. Biri, ötekinin altbenidir yalnızca.

Dünyaya fırlatılmışlık

Oyunun baş kişileri Vladimir ve Estragon, nasıl ki sahnedeki oyunlarında belli bir metni sergilemek için değil de, kendi rollerini oynamak için fırlatılmış iki oyuncu iseler, sahne dışı hayatlarında da boş ve amaçsız bir hayatı yaşamak üzere, dünyaya fırlatılmış iki serseri gibidirler. Estragon hayli çocuksu, sık sık acıkan ve uyuyan ve mümkün mertebe az hareket eden biri. Vladimir ise Estragon’un tersine, diyaloğu kurmaya ve sürdürmeye çalışır. Godot’un gelmesiyle birşeylerin değişeceği inancını taşır. En azından böyle söyler.

Oyunun mekânı, kimsenin gelip gitmediği ıssız bir yol kenarı. Yol kenarında da, Gogo ve Didi’nin oyunlarındaki gibi kuru bir ağaç bulunmakta. Bu boşluk ve yalnızlık ortamında Vladimir ve Estragon, toplumsal kimlikleri ve karakteristik özellikleri olmayan, hem herkesleşmiş kişidirler, hem de hiçkimseleşmiş. Varoluşları konuşmalarına bağlı. Somut olarak sahneye çıkıp konuşan ve hareket eden bu iki kişi, bir yandan varoluş serüvenlerini sergilemekte, bir yandan da özel birer benliğe sahip oldukları yanılgısını kırmaktalar. Hayatları boş ve umutsuzdur. Ve yabancılaşmış.

Öte yandan, Godot’u bekleyerek, bir umudu yaşatmaya çalışırlar. Her gün geldikleri kuru ağacın yanında, kendilerini ağaca asmayı düşünürler; fakat bunun için bir türlü harekete geçemezler.

Bu hareketsiz, dolayısıyla da eylemsiz insanların aralarında, hayatı paylaşma, sevgi, dayanışma, yardımlaşma gibi temel insani duygular da ciddi biçimde zayıflamış; sonuçta geriye, en temel gereksinimlerin belirlediği zoraki bir birliktelik, alışılagelmişliğin doğurduğu bir bağımlılık ilişkisi kalmıştır yalnızca.

Bitimsiz hayatın anlamsızlığı

Hayatlarında hiçbir amaçları kalmayan bu yaşlı ve zavallı adamlar, kendilerini içinde buldukları anlamsız bir hayatı sürdürmek zorunda hissederler. Her günün, bir öncekinin biteviye bir tekrarı olmasına karşın, üstelik birbirlerine söyleyecek sözleri bile kalmamışken… Sonsuza kadar sürecekmiş gibi görünen bir zaman akışı içinde yaşayıp giderler.

Burada şu hususu analım: Saussure, dil yetisini, özü bakımından toplumsal olan “dil” ile seslemeyi de içine alan ve bireysel yönlü “söz” olarak ikiye ayırır. A. J. Greimas ise anlatı türündeki eserde “söz” düzeyinde yansıyan verileri değerlendirerek eserin “dil”ine varmayı amaçlar.

Tiyatro eserinin “dil”i ise diyalog üzerine kuruludur. Velrutzky’nin ifadesiyle diyalog, eylem ve karşı eylemlerden oluşan bir zincir değildir. Sahnede bir oyuncu konuşurken izleyici yalnız o kişiyi değil, diyaloğa katılan ve sahnede yer alan tüm kişileri algılar. O yüzden de diyalog, aynı ânda birçok anlam içeren bir bağıntılar ağıdır. Godot’u Beklerken oyununun “söz” düzeyindeki diyaloglarından yola çıkılarak eserin, “dil”ine ulaşılabilir. Bunun için de eserdeki temel anlama “ikili karşıtlıklar” ilkesinden hareketle varılabilir.

Oyunda ortaya çıkan temel anlam kavramlarından ilki “varoluş” ve “hiçlik”tir. Bu iki zıt kavram birbiriyle çelişen ve ötekini yok eden kavramlar olarak değerlendirilebileceği gibi, birbirlerine bağımlılanmaları yüzünden, aynı zamanda biri ötekini gerektiren kavramlar diye de değerlendirilebilir. Özellikle de çağdaş zamanlarda.

Herkesleşmek, hiçkimseleşmek

Vladimir ile Estragon, toplumsal ve bireysel özelliklerinden soyundurulmuşlukları yüzünden, hiçkimseleşmiş kişilerdir. Bununla birlikte, ikilinin yaşamı, Sartre ve Heidegger gibi çağdaş filozofların öne sürdüğü bağlamda anlamsız bir varolmayı sürdürmek için “evrene atılmış” insanın kaderidir aynı zamanda. Boş ve anlamsız bir hayatı yaşamak, varlık ile hiçlik arasındaki ayrımı da azaltmakta, dahası giderek ortadan kaldırmakta.

Peki, insanın bu icat edilmiş önemsizliği oyunda nasıl vurgulanır? Karakter ve olay örgüsünün dışlanmasıyla! O yüzden de kimlik ve kişiliklerinden sıyrılmış iki oyun kişisi, hiçlik ile varlık arasındaki seçimlerini, varoluşlarının bilinciyle varlıktan yana gerçekleştirirler:

Estragon: Daima bir şey buluruz, değil mi Didi, bize varolduğumuz izlenimini verecek?

Vladimir: Evet öyle, büyücüyüz biz.” (Samuel Beckett, Godot’u Belerken, Çev: Uğur Ün, Tarık Günersel, s. 89, Kabalcı Yay., İstanbul, 2000.)

“Oyun” ile “gerçek” arasındaki ilişki de aynı paralelde durmaktadır. En basit ifadesiyle oyun, gerçeğe öykünme, yani mimesistir. Godot’u Beklerken oyununda, oyun ile gerçeğin içiçe geçtiği gözlemlenmektedir. Gogo ve Didi, sahne üzerinde istedikleri gibi hareket etme özgürlüğüne sahiptir. Sahnede bir oyun metnini sahnelemek yerine, doğaçlamaya dayalı gevezelik ederler o yüzden de. Öte yandan, kendi rollerini kendileri tayin etmiş olurlar. Sahnedeki bütün bu özgürlüklerine karşın, “Yapmakta özgür olmadıkları şey, sahneyi terketmek, sahnedeki varoluşlarına son vermektir.” Evet, doğru anladınız: intihar. İnsanoğlu da hayatı, teatralliği içinde serbestçe dolaşırken, kendisini çekip hayatın dışına çıkarma şansına sahip değildir. Belli bir süre sahnede kalıp sonra da inen oyuncu gibi insan da dünyaya belli bir süreliğine gelir ve sonra da çekip gider.

Istırabın doğurduğu yabancılaşma

Vladimir ve Estragon’un Godot’u beklemeleri gibi, insan da bir bekleyiş içinde hayatını geçirir: Yarını ve getireceklerini bekler, Mesih’i bekler ve nihayetinde ölümü bekler… İnsan hayatında da vakit geçirmek için bulup buluşturmalar yer alır. Oyunda bu tedariklerin çeşitliliği, Gogo ve Didi’nin oyunlarında simgelenir. Bu bağlamda Jan Kott’un şu sözü çok anlamlı: “Düşgücü aradığımızda Brecht sahneleriz; gerçekçilik istersek Godot’u Beklerken’i oynarız.”

Oyundaki karşıt ilişkilerden biri de “dil” ile “anlamsızlık” üzerinedir. Oyun metninde kullanılan sözlü dil, son derece sadedir. Cümleler çok belirgin bir biçimde basit ve bile isteye sıradandır. Fakat bu basit ve sıradan dil, bir anlam bütünlüğü ortaya çıkarmaz; tersine, meram, kopuk kopuk ve her biri ötekinden bağımsız ifadelerle anlamsızlaştırılır.

Dil, bir anlam ortaya çıkarmak yerine, son tahlilde handiyse ifadenin içini boşaltmak üzere kullanılır. Hemen her cümle, bir öncekini inkjhar eder, boşa çıkarır ya da meramı gözle görülür biçimde değiştirir. Sonuçta anlam yiter gider. Dahası, “söz”ün etkisini “görüntü” sıfırlar:

Vladimir: Eee, gidelim mi?

Estragon: Evet, gidelim.

Kımıldamazlar.” (Godot’u Beklerken, s. 124)

Oyunun en temel eylemi bekleyiş, ikili karşıtlıklardan “umut” ile “ıstırap” kavramlarını doğurur. Godot’u beklerken, içlerinde bir kurtuluş umudu yaşatan bu kişiler, aynı zamanda bu beklemenin verdiği gerginlikle gittikçe sabırsızlanırlarda . Özellikle Vladimir’de gördüğümüz bu sabırsızlık, her ses duyuşunda kulise gidip bakmasını sağlar. Ancak bu bitimsiz bekleyiş, algısını arttırdığı için zamanın akışını yavaşlatır. Bir türlü geçmek bilmeyen zaman, zaten anlamsız bir tahammülü daha da zorlaştırır. Bir türlü beklenene kavuşamamak, tamamıyla acı verici bir vak’aya dönüşür. Böylece bir yandan umut derinlerde bir yerlerde yaşatılırken, öbür yandan sızım sızım bir ıstırap yaşanır.

Zaten sahnedeki kuru ağaç da umutsuzluğu ve ölümü çağrıştırırken, yol da umudu ve kurtuluşu vadetmiyor mu? Üstelik Godot gelmese bile… Çünkü Godot gelmediği müddetçe, gelme ihtimalini arttıran kişi.

Vladimir ve Estragon arasındaki ilişki biçiminde de bir karşıtlık gözlenir. Birbirlerine gösterdikleri sevgi belirtileri, daha çok, biri olmadan diğerinin yapamadığı bir ilişki türünü, örneğin yaşlı bir çiftin ilişkisini anımsatır. Birbirlerini sevseler bile, yılların tortusu yüzünden bu sevgi, yerini alışkanlığa ve tekdüzeliğe bırakmıştır. Kimi zaman itişip didişirler ve sürekli birbirlerini terketmekle tehdit ederler. Fakat biri olmadan diğerinin yapması mümkün değildir.

Birbirine yapışmak

Vladimir ve Estragon da, bir çift gibi sürekli didişir; artık ayrılmanın daha hayırlı olduğunu söylerler ama bunu bir türlü gerçekleştiremezler. Hem de çok kısa süreliğine bile. Bu simbiosis sevgi, aynı zamanda tiksintiyi de beraberinde getirmek durumundadır. Birlikteliklerinden memnunluk duydukları anda kucaklaşır ve tek bir beden hâline gelirler. Aynı anda ve hızla birbirlerinden ayrılır ama içlerinden biri, örneğin Estragon, “Sarımsak kokuyorsun.” der karşısındakine.

Öte yandan oyunun bu kısırdöngüye vurgu yapan niteliği, aynı zamanda dairesel yapı ile de pekiştirilir. Godot’u Beklerken, Vladimir ve Estragon’un akşam vakti bir araya gelmeleri ve sahneye çıkmalarıyla başlar. Pozzo ve Lucky’nin ziyaretiyle süren oyun, birdenbire karanlığın bastırması sonrasında ikilinin sahneyi terketmeleri, ardından da haberci çocuğun, beklenen Godot’nun artık gelmeyeceğini ama yarın kesinlikle geleceğini söylemesiyle biter.

Bir sonraki gün, aynı şeyler, aynı şekilde yaşanır. Tıpkı önceki günlerdeki gibi. Ve bundan sonraki günlerde de yaşanacağı gibi.

Godot’nun beklenmesi ama gelmemesinden, gelmemesine karşın yine de beklenmesinden doğan bu bıktırıcı biteviyelik, zaten Godot’u Beklerken’in ruhunu teşkil eden nitelik değil mi?