Gezi türüne hayat öpücüğü

Bir uçtan öbür uca Eski Dünya’yı gezen Evliya Çelebi’nin izini süren Âkif Emre, Saraybosna’dan Leeds’e, İşkodra’dan Edinburg’a, Washington’dan Kudüs’e hem Eski Dünya’yı hem de Yeni Dünya’yı kapsayan gezi yazılarını ‘İz’ler adıyla biraraya getirdi. Büyüyenay Yayınları’ndan geçtiğimiz aylarda çıkan kitap, kendisine geziyi konu kılmış sıkı bir anlatı niteliğinde. Kitabın ilk baskısı, tam 15 yıl önce Yöneliş Yayınları’ndan çıkmıştı. Tam burada, Türk Edebiyatı’nın en iyi romancılarından Peyami Safa’nın şaheseri Matmazel Noralya’nın Koltuğu‘nu hatırlamakta fayda var. İkinci baskısı için handiyse çeyrek asır beklemek gerekti.

‘İz’ler’i sıradan gezi yazılarından ayıran en önemli yön, yazarın onlara kendi duyarlılığından üflediği havayı, dünya siyaseti ve uluslararası ilişkiler açısından değerlendiren donanımlı bakış açısıyla birleştirebilmiş olması.

Gezmekten çok okumaya meyyal biriyimdir. Fakat severek okuduklarım arasında kurgusal metinlerin peşinden günlükler ve gezi yazıları, seyahatnameler ve gezi notları gelir. Daha açıkçası ben, neredeyse bir yeri gezip görmektense, gezdiği yerleri ‘gören’ birinin yazdıklarıyla seyretmeyi seçen biriyim. Çünkü gezmenin turistik bir tur düzeyine indirgendiği, yalapşap bir etkinliğe dönüştürüldüğü ve yüzyılın en verimli sektörlerinden biri hâline getirildiği bir dönemde, gezmektense gezi yazılarında gezinmeyi daha yararlı buluyorum.

‘Çok gezen değil çok okuyan bilir.’ demiş atalarımız. Bu sözün gezenler ve bilenler tarafından hesaba çekildiğinde farklı sonuçlar verebileceği bir yana, bu sözden yola çıkarak, asıl daha çok bilenin, hem çok gezen hem de okuyan olduğu söylenebilir. İşte böyle biri Âkif Emre: çok okuyan ve çok gezen. Yıllar yılı kitapların dünyasındaki gezintisini bütün dünyayı gezmeyle harmanlayınca ortaya çıkan birikim, kitapların olası kuruluğunu da, gezi yazılarının olağan değini düzeyini de fersah fersah aşmış. O yüzden de, meslekten biri olmasına ve günlük bir gazetede yayımlanmış olmasına karşın, ne tipik bir gazeteci kitabı, ne de sıradan gazete yazıları düzeyinde Âkif Emre’nin ‘İz’ler adlı çalışması.

Ruh sahibinin gezintisi

Kitaptaki yazıları sıradan gezi yazılarından ayıran en önemli özellikse, yazarın onlara kendi ruhundan, kendi duyarlılığından üflediği havanın, gezip görülen yerlerin kuru tarihi arka planını yansıtmakla yetinmeyen, uzak yerlerin, artık ırakta kalmış bir zamanlar bizim olan beldelerin bugünkü anlamını deşen, her gördüğü yeri dünya siyaseti ve uluslararası ilişkiler açısından değerlendiren donanımlı bakış açısıyla birleştirebilmiş olması. Böylelikle de kitabı okurken, gezip görülen yerlerden Akif Emre’de kalan izleri müşahede etmekle yetinmiyor, gezip görülen yerlerde atalarımızın bıraktıkları izlerin bugünkü durumunu, o izlerin izini sürerek, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya yayılan büyük bir coğrafyada tüm arbedelere karşın hâlâ dimdik ayakta kalan Türk-İslâm eserlerinin bugüne seslenen gerçek anlamını kavramaya doğru yol alıyorsunuz.

Sıradan bir tur değil bu gezi. Çünkü kurgusu, biraraya getirilmişliği akla getirmeyen bir anlatı formatında. Sahiden de kitabın günübirlik kültür tüketiminin sıradan malzemelerinden biri olmayı aşmasını sağlayan etmen, yazarın gezip gördüklerini anlatırken yakaladığı, geçmişi, şimdiyi ve hatta geleceği kapsayan, tümüne birden karşılık getirmeyi üstlenen ‘yeniden kurgulama’yı denemedeki başarısı. O yüzden de kitap boyunca okunanlar, kendisinde başlayıp biten bir anılar yığını olarak kalmıyor, okurunu gezilen yerlerde görülenlerden yola çıkarak şimdi’yle kurulmuş sıkı bir bağın izleğinde başka dünyalara taşıyabiliyor; ince zevklerin, seçkin bir estetiğin, ayrıcalıklı bir duyarlılığın, geriye itilmiş insanların yaşantılarının geçit resmi yaptığı bir dünya bu.

Kudüs’te bir taksicinin Türk muhabbeti

Kimileyin aynı tarihin, aynı zaman diliminin etrafında dönen farklı yerlerdeki yaşanageleni, kimileyin aynı yerde farklı tarihlerde yaşanmış olanı biraraya getiren, yanyana geldiklerinde her unsurun başka ve daha zengin bir anlama büründüğü bu kolajı aşmış ‘biraradalık’, yeni bir dünya inşa etmeye yönelik seçkin bir duyarlılığın verimleri olarak varlık kazanıyor.

Birkaç renk, ses ve doku bu dünyadan:

İlkin Kudüs’teyiz. Aralık 1999. “Taksiye bindiğimde Türkçe ‘Nasılsın?’ hitabıyla karşılaşınca hiç de ‘Türk’e benzemeyen bu Arap taksi şoförüne, Türk olduğumuzu nereden anladığını soruyorum. ‘Tipinizden Türk olduğunuz belli’ diyor. Ve Türkçesi burada bitiyor; Doğu Kudus’ün sıkışık trafiğinde yol alırken sohbeti İngilizce sürdürüyoruz. Yaş tahminlerinde hep yanılmışımdır ama 55 yaşlarında gösteren bu Arap taksici konuşmasını kederle sürdürürken sanki geçmiş yüzyıldan kalma insanların ağırlığıyla konuşuyordu.

“Bak, bunları siz Türk olduğunuz için söylemiyorum. Çok acı çektik. Türkler buradan gittiğinden beri Filistin huzur görmedi. Aslında bizim çektiklerimiz Şerif Hüseyin’in Halife’ye isyanının bedelinden başka bir şey değil. Benim dedem Osmanlı ordusunda çavuşmuş. O anlatırdı Osmanlı’nın son döneminde bile nerelere kadar uzandığını. İlk coğrafya bilgimi onun Osmanlı ordusuyla birlikte gittiği yerlere ait anlattıklarından edindim.

Türkler tekrar buralara gelmeden bizim ağız tadını bulmamız zor. Bunları ta kalbimin derinliklerinde duyarak söylüyorum…” Eklenecek bir tek cümle var mı? Türkler tekrar oralara gitmeden bulunamayacak ağız tadı…

Firavunlar siyah deriliydi

Bir de Hartum’a gidelim; 1997’nin Hartum’una.

“Nil boyunca kuzeye doğru yol alıyoruz. Nil Vadisi alabildiğine yeşil. Sudan’ın bilinen çöl ortamıyla o kadar uzak ve çelişik bir görünüm sergiliyor ki, sanki bir ân için başka coğrafyada olduğunuzu düşündürüyor. Hele Mavi ve Beyaz Nil’in bir fil hortumu şeklini alarak birleştiği Hartum’un etrafı çöl sarısını unutturan bir yeşile bürünüyor.

Üç saati aşkın bir süre katettiğimiz yol bittiğinde neredeyse ikindi vakti olmuştu bile. Nil’den epey uzaklaştık ama hâlâ Nil Vadisi’nin yeşilliğini görebiliyoruz. Vadiye göre daha yüksekçe bir yerde arabalardan iniyoruz. Kum tepelerine doğru yürüyüş başlıyor.

Ve piramitlerin bulunduğu kum tepesine varıyoruz. Mısır’dan, Kahire’den binlerce kilometre uzakta piramitlere rastlamak müthiş bir şey. Mısır piramitlerine göre çok daha küçük ve gelişmemiş. Piramit medeniyetinin ilk habercileri oldukları her hâllerinden belli. Değişik şekil ve ebatta onlarca piramit birarada, bir tür mezarlık izlenimi veriyor. Bir kısmının arkeolojik kazı için tepeleri açılmış, uç kısımları kesik… 19. yüzyılın ikinci yarısında Alman arkeologlar burada kazı çalışması sırasında da bazı piramitleri tahrip etmişler.

Şöyle bir bakıyorum… Ve âni kararla piramitlerden birine tırmanmaya başlıyorum. Refakatçimizin inmem için uyarılarına aldırmadan tırmanıyorum; taşlar basamak gibi olduğundan tırmanması kolay oluyor. Tek düşündüğüm şey inişin nasıl olacağı.

Göz alabildiğine kumların çevrelediği, sonsuzluk düşüncesini çağrıştıran çöle bakıyorum piramidin üstünden. Gün batmak üzere artık. Demek ki Firavunlar Sudan’dan Nil vadisini takip ederek kuzeye, Mısır’a doğru ilerlemişler.

Malcolm X’in tezi şimdi gerçeklik kazanıyor: Firavunlar siyah deriliydi. Acaba Malcolm X, Ali Şeriati’nin bahsettiği, kölelerin gömülü olduğu çukuru görseydi Firavunların siyah derili olmasıyla övünür müydü?

Ömrünün sonuna kadar hakikat arayışında tam bir samimiyet sergileyen Malcolm, bu gerçeği bilseydi belki siyahlar adına utanırdı bile. Şehit edilmeden hemen önce, hac dönüşü, o kısa dönemde bunu fark etmişti zaten. Deriyi ve rengi çoktan aşmıştı; ve bunun için de şehid edilmişti Malcolm X.”

“Yol düşüncesinden kesitler”

Görüldüğü gibi, unutulmuş diyarların tadını damağınıza taşıyan, algılanmakta zorlanan büyük tarihi eserlerin kokusunu zihin sofranıza ileten, acılarını paylaşmayı ihmal ettiğimiz kardeşlerimizin duyarlılıklarını kalbinize sunan, gönle ve zihne birlikte seslenen, iz bırakan bir kitap Âkif Emre’nin ‘İz’ler‘i.

Aynı yayınevi tarafından bu ay içinde yayımlanan Çizgisiz Defterler ise sekiz başlık altında biraraya getirilmiş aynı türdeki yazılardan müteşekkil. Yazarın kendi tespitine göre kitaptaki yazılar, gezi notlarından çok, “yol güzergâhında soluklanma denemeleri.” Bu soluklanma denemelerine, yazarın bizzat çektiği fotoğraflar da eşlik etmekte.

İlk soluklanma mekânı Endülüs. Ardından Avrupa. Neler girmiyor ki yazarın kadrajına? Ünlü Osmanlı tarihçisi Hammer’in mezar taşındaki İslâm harfleriyle Türkçe yazılmış beyit:

Ziyaretten murad ancak duadır

Bugün bana ise yarın sanadır

Avrupa’daki üç minareyi, Berlin Şehitliği; Louvre Sarayı’nı ise tarihin hatası Belçika takip etmekte. Peşisıra çıkagelen Kudüs ve Rumeli yazıları… Oradan Patani ve İran, ardından Erbil-Bağdat hattından ver elini Asyafrika. Evet, Avrasya’ya inat Asyafrika… Bir şişe sudan ahlâk dersi devşiriyorsunuz bazen, bazen de siyasetin, özellikle de Uluslar arası ilişkilerin hafıza üzerine yükseldiğine tanıklık ediyorsunuz. En çok da bu tanıklıklardan etkileniyorsunuz elbette.

Zamanımızın Evliya Çelebisi

Kitabı keyifli kılan, içeriğindeki öznel gözlemlerin ilginçliği gibi hususiyetleri kadar, yazarın eserini tasarlarken bir gezi kitabında pek görmediğimiz alışılmadık tercihleri. Yazar aynı yere, değişik zamanlarda birkaç kere gitmişse, farklı dönemlere ait bu gözlemlerin nasıl bir seyir izlediğini; hem o yerin, hem de o yeri gezen yazarın zaman içinde nasıl değişik baktığını yahut düpedüz değiştiğini takip etmek sıradışı bir deneyim.

Bu iki kitap aynı zamanda Yaşayan Evliya Çelebi sıfatını hak eden Âkif Emre’nin çağımıza özgü seyahatnamesinin iki cildi. Elbette şimdilik.

Âkif Emre’nin birbirini tamamlayan her iki kitabı da okurunu gezmiş gibi olmanın ötesine taşıyor; gezinin bir başka yerleri görme değil, bir dünyayı okuma etkinliği olduğunu hatırlatıyor. Her iki kitabın da, günümüzdeki başka gezi kitaplarında asla göremeyeceğiniz bir başka özelliği var: Eski Dünya’nın bütün imkânlarının tarumar edildiği, haritaların yeniden tasarlandığı, sınırların eritildiği, insanların kıyım kıyım kıyıldığı günümüzde, ümmetçi bakışa sahip nadirattan bir yazarın, coğrafyamızı ve değerlerimizi bir hatırlama denemesi…

Sırf bu özellik yüzünden bile Âkif “Çelebi” Emre’nin seyahatnamesinin şimdilik iki cildine kayıtsız kalmamak şart!