Gerçek Fani, Hakikat Baki

Bu hafta gösterime giren filmlerden biri durumundaki I, Tonya/Ben, Tonya’yı izleyip izlememek size kalmış. Ne ki sinemaya, eğlence aracının ötesinde bakabiliyorsanız, bir filmi bir anlam üretme imkânı varsayıyorsanız, felsefe ile haşır-neşirliğiniz kaviyse, bir de psikoloji ilginiz NLP kitaplarını aratmayan psuedo-psikoloji metinlerinin üstüne çıkmışsa tam dişinize göre bir kaynaktan söz açacağım size. Aslında Wim Wenders’in yaratıcı belgeseli Pina gibi bir yapım bu da. Fakat bu kez karşımızdaki sahte bir belgesel. Yani belgesel mantığıyla çekilmiş ama öyle olmayan bir iş: bir belgeselimsi. Aslen tiyatro ile dansı çokanlamlı bir ifade imkânı çerçevesinde birleştiren Alman dramaturg Pina Bausch’un eserini anlamlandırmaya çalışan belgesel kadar farklı bir iş Ben, Tonya da. Bu ise Amerika’dan.

Amerika demişken…

Dünya iktisadının ve siyasetinin yön vericisi olacaksınız, bilimde olmasa bile teknolojide önderliği elinizde tutacaksınız, bu kadarı yetmiyormuş gibi, sanatta da, felsefede de dünya çapında söz sahibi olacaksınız.

İyi de bunun bir bedeli yok mudur? Nasıl bir insan tipi çıkar böyle bir atmosferde? Yarışmacı, çatışmacı, kazanmak için kişinin muhtaç olduğu hırsın sınırını tayin etmesini beklemeksizin azdırılan ve megalomaniye evrilen bir özgüven aşısı nasıl bir narsizme tırmanır? Kazanmaya bu kadar muhtaç bırakılan bir birey, nasıl bir ben inşa eder acaba? Ve nasıl bir öteki? Nasıl bir dünyada yaşadığını kabullenir? En önemlisi de nasıl bir gerçeklik algısı olur? Ve gerçekle ilişkisi bunca sıkıntılı bireylerden müteşekkil bir toplumda insanlar arası etkileşim ve iletişim nasıl seyreder acaba?

Craig Gillespie’nin yönetmenliğine de, Margot Robbie ile Sebastian Stan’ın oyunculuğuna da söyleyecek söz yok. Yahut Allison Janniey’in performansına. Fakat Ben, Tonya’nın benim gözümdeki hakiki kahramanı senarist Steven Rogers. Niçin? Sonuçta gerçekten de 1990’ların Amerika’sında yaşamış, artistik buz pateninin önemli isimlerinden birinin, Tonya Harding’in hayatını sinemaya uyarlamaktan başka ne yapmış ki?

Hiç de öyle değil! Çünkü sinema gibi son derece kısıtlı bir vakit içerisinde muhatabınıza hem derli toplu ve etkileyici bir hikâye anlatacaksınız, hem de bu birincil sorumluluğunuzun yanında, onunla atbaşı giden ve ancak daha seçkin muhataplarınızın kavrayacağı bir başka, ilkine yaslanan ama orada anlatılmayan, oradakinden hareket ettiği hâlde, içerik ve nitelik olarak ondan ayrı bir hikâye daha anlatacaksınız. Yahut daha derindeki üçüncü bir katmanda, bambaşka bir bakış açısının ipuçlarını sunacaksınız. Üstelik bütün bu işleri tek bir boyuttaymış gibi kotarırken, aynı zamanda farklı katmanların birbirini ezmesine, birinin ötekini menfi etkilemesine de izin vermeyeceksiniz.

Peki, bu katmanlar çok mu önemli? İyi bir filmin vazgeçilmez şartlarından biri mi? Evet. Ve hayır. Elbette başka türlü iyi filmlerden de söz edilebilmekte ama etkileyicilik ve derinlik açısından çok katmanlılık, vazgeçilmez niteliklerden.

Garsonluk eden ve kendi kariyerini kızının buz patenindeki şöhreti üzerine inşa edecek denli narsistleştiğini fark edemeyecek kadar ‘farklılaşmış’, elbette kocasından da ayrılmış bir annenin ürettiği Amerikan tarzı bir başarı hikâyesinin arka plânı film. Kendisinde kızının her ânına müdahale hakkı gören ama bu arada kızını kendisine bağımlılaştırdığını göremeyen anne, hastalıklı, iletişemeyen ama başarılı bir genç kız yetiştirdiğinde bile doymak bilmez. Annesinden gördüğü şiddeti; işine, kocasına ve vakti geldiğinde de meslektaşlarına yansıttığını fark edemeyen Tonya’nın nasıl bir ben, nasıl bir öteki, nasıl bir gerçeklik algısı vardır acaba?

Hem, gerçek ile hakikat birbirinin aynı mıdır yoksa gayrı mı? Ayrı ise gerçeğin sınırı nerede biter, hakikatinki nereden başlar?

Gerçek de ne ki! İyi de gerçek ne diye bu kadar kaypak? Ve ne diye ufuk çizgisi gibi sürekli değişmek zorunda? İyi de gerçek anlamıyla gerçek, aranan ama neredeyse hiç bulunamayacak bir şeyse Tanrı bizi niçin hem gerçeği hep arayan ama bulamayacak varlıklar diye yarattı? Bu yoksunluk üzerinden kendi gerçeğimizi bulalım ve oradan da O’nun gerçeğini lâyığınca idrak edebilelim diye mi?

Gerçeğin mahiyeti de, görünümü de, görüntüsü de, örüntüsü de değişir. Hem de sürekli. O yüzden gerçeği anlamak, sanıldığından zor, gerçek üzerine anlaşmak ise handiyse imkânsızdır. Çünkü yalnızca herkesin gerçeği kendine göre değildir; aynı zamanda herkesin o gerçeği de şişede durduğu gibi durmaz. Hep kendine benzeyen bir başka şeye evrilir. Öyleyse insanların birbiriyle bir biçimde ilişkiye girmelerini ve iletişim kurmalarını, yahut çağdaş dünyayı hesaba katarak söyleyelim, iletişim kurduklarını sanmalarını sağlayan şey ne? Haydi diyelim ki üzerinde ittifak sağlanamayacağını kabullendiğimiz için olayları bir tarafa bıraktık, nesneler ve olgular mı?

Bilimde de, belli bir yerden sonra felsefede de bulamayacağınız boyuttaki derinliği, çokanlamlılığı, çok katmanlılığı mümkün kıldığı için insanın sanatla ilişkisi başka türden bir ilişki. Şöyle de söyleyebiliriz: (Elbette hakiki anlamıyla) sanatla ilişki kurmuş insan bir başkadır artık. Söz konusu film, muhatabına bunu hissettirdiği için önemli zaten.

Öyle ya, insan zihninin gerçeği algılama ve algıladıklarını belli kurallar çerçevesinde ifade etmesinin üç yolunun arasında öznelliğe, yani gerçeği her nasılsa öyle tespit ve ifade iddiası yerine, daha baştan o gerçeği öznel bir biçimde ama gerçeğe muhatap insanı merkeze alarak ifade anlamına gelen sanatın kudreti de bu vasfı. Bütün bu değişken gerçekler ve hatta gerçekliklere rağmen yaşantımıza tutarlı bir biçimde devam etmemizi mümkün kılan sabiteleri veyahut sabite fikrinin kendisini nerede buluyoruz peki? Değişmeyen gerçekte! Biz bu gerçeğe, hakikat diyoruz.

Hakikat, insanın insanlığı gereği asla kuşatamayacağı, ama kuşatmak için gayret sarf etmekten başka kendisine bir imkân bahşedilmeyen bir mahiyette. Anlar gibi de yapılmaz! Yapılmamalı. Hakikati anlar gibi yaptığınızda bizzat hakikatin kendisi tarafından çarpılırsınız. Bkz. çağdaş insan. Evet, hakikatle ilişki kurma sorumluluğunu yitirmiş varlık türüne çağdaş insan diyoruz. Fakat insana kuşatması için bahşedilen şey, gerçek dediğimiz, hakikatin yansıması. Doğru, bir anlamda Platon’un idea fikrine atıfla söylüyorum. Biz hakikatin görüngülerinden bazılarını, gerçek kılığında görüp tanıma yeterliliğindeyiz ancak.

İnsanın nasibi miktarınca hakikate yakınlaşmasını mümkün kılacak imkâna dair şaşırtıcı ipuçları barındıran bir filmin kimi niteliklerine tek bir sayfacıkta değinmek bile ne denli çetinken, tahlile yeltenmek muhal.

Taşralı bir buz patencisinin, gösterdiği insanüstü azminin mükâfatı mahiyetinde elde ettiği başarıyı ve bu hak edilmemiş başarının hızla kaybedilişini ve çöküşünü anlatan filmden söz edecektik hani? Neyse, filmin ne kadar iyi olduğunu, nerelerden hangi ödülleri kazandığını falan başka yerlerden okursunuz artık.