Güneş ekim ayında olmamıza rağmen bütün yakıcılığı ile şehri kuşatıyordu. Fakülteden ayrılıp yorgun adımlarla eve yöneldim. Yol kenarlarında kısa aralıklarla dizilmiş çamlar, az da olsa nefes aldırıyordu. Dönemine göre bir öğrenci evinin sınırlı konforuna (!) dahi sahip olmayan evimiz fakülteye yarım saatlik yürüme mesafesindeydi.
Ev sahibimiz bakkal Muharrem Amca, “sakallı bir adam geldi, sizi bulamadı, biraz sonra geleceğim deyip gitti” dedi. Arkadaşımla aramızda konuşmuştuk, Bahattin Yıldız, Afganistan’a gitmiş ve yaralanmış, bizden haberi olmuş ve gelecekmiş. Onun gelmiş olabileceğini düşündük. Bir kimse ile yakınlığımız yoktu ki gelip de bizi ziyaret etsin.
Yere serilecek bir kilim dahi bulamadığımız bu evde iki arkadaş birlikte kalıyor, ailemizden aldığımız çok küçük paralarla geçiniyorduk. Kimseye dâhil değildik. Çok zaman geçmedi, çıkıp geldi. İkindiden sonraydı, izolasyon işi yapıyormuş, iş çıkışında bize uğramak istemiş ama bulamamış, ayrılıp gitmemiş, nasıl olsa birazdan gelirler demiş, beklemiş.
Adı efsanevî surette zikredilen bu Asurî kılıklı adamla ilk defa karşılaşıyordum. Daha onunla tanışmadan önemli bir adam olduğuna ikna olmuştuk, fakat o bundan başka biriydi. Ev arkadaşımla birlikte kurduğumuz yer sofrasında sıradanın çok altındaki yemeğimizi yerken konuştuğumuz konular, insanda dünyanın en önemli insanıyla konuşuyor hissini uyandırıyordu.
Kuşkusuz içinde bulunduğumuz durum zıtlıklarla örülüydü, biz daha on dokuzundan yenice gün almış, kalbindekileri zor bastıran delikanlılar, o otuzunda neredeyse bütün dünyanın tecrübeleri omuzlarına binmiş dingin çehreli bir adam. Biz daha İzmir’in sokaklarına yeni alışmaya başlamışken o İran’ın, Afganistan’ın, Pakistan’ın neredeyse bütün şehirlerini avucunun içindeki çizgileri anlatır gibi anlatıyordu. “Şimdi arkadaşlar!” ile başlayan cümleleriyle gözlerimizi Peşaver’e, Celalabad’a çeviriyordu. İçimizdeki tatmin olmaz bilme arzusunu daha da kamçılayan cümlelerin her biri, belli ki kitaplardan gelmiyordu. Birçok defa gazete, dergi ve televizyondan adını duyduğumuz şahıslardan “ağabey” diyerek bahsetmesi dikkati çeken ilk özellikti.
Sofranın etrafındaki zıtlık bununla bitmiyordu. Zift kokusunu köyümüzün yolları asfaltlanırken tanımıştım. Üzerindeki zift kokusu işten biraz önce ayrıldığını doğruluyordu. Güneşin ışıkları keskin çizgiler halinde odanın içindekilerin yüzüne vururken o zift kokusunun içinden İslamcı edebiyatçılardan, düşünürlerden, kitap ve dergilerden bahsediyordu. Evlerin damlarında izolasyon işçiliği yapan bu adam İslam dünyasının derinliklerine dalmaktan çekinmiyor, Türk edebiyatının bize göre gözde temsilcilerinden bahsediyordu. Şiiri ve zift kokusunu, yani alın terini birbirine bu kadar yakıştıran başka bir kimse tanımadım. Yayımlanmış ve yayımlanacak olan kitaplarının olduğunu öğrendiğimde artık şaşırmayacak kadar onu tanımıştım.
Ekmek, peynir, çay ve zift kokusuyla başlayan ağabey-kardeş ilişkimiz tam yirmi beş sene devam etti. O her zaman, bağımsız öğrenci evlerinde yolu gözlenen ve geldiğinde “genç arkadaşlar”a bahar sevinci getiren biriydi. Kanaatime göre en verimli dönemini de bu yıllarda yaşadı. 12 Eylül öncesi kuşaklar onun arkadaşıydı. Seksen kuşağı içinse davası olan tam bir ağabeydi.
İzmir’de, aynı düşünceleri paylaştığımız yaşça büyüklerimiz olmasına rağmen onlarla yakınlık kurmamız mümkün olmuyordu. Bu durumu kuşak farklılığı ile açıklamak o kadar doğru değildir. Askerî darbe, bıçak gibi, seksen öncesini ve sonrasını birbirinden ayırmıştı. Kuşaklar arasında devamlılık yoktu. Yeni kuşaklar el yordamı ile içinde bulundukları ortamı tanımaya çalışıyordu. Siyasette yer alanlar, her ne kadar genç kuşaklarla yakınlık kurmaya çalışsalar da zihniyet dünyamız birbirinden farklıydı. Bahattin Yıldız, bu açıdan da farklı bir kanaldan geldiğini gösteriyordu. Dünyayı tanıma bakımından kendi kuşağından birçok kişi ile kıyaslanamayacak bir birikime sahip olmanın yanı sıra yeni kuşaklara hitap etme bakımından da farklıydı.
Bir edebiyat ve düşünce hareketi olarak romantizmin, ülkemizde bütün cepheleriyle tanınmadığını düşünenlerdenim. Benim tanıdığım Bahattin Yıldız, gerçek manada romantikti. Onun uluslar üstü ilgileri romantik olmasına engel değildi. O hem İslam dünyasına hem de Türk dünyasına, Türkiye’ye, Balkanlara, Kafkaslara ve Afrika’ya aynı anda ilgi duyabilecek bir bakış açısına sahipti. İdealleri olan bir adamdı. Kendisi için herhangi bir makam ve mevki elde etme çabası hiç olmadı.
Yazmaktan hiçbir zaman vaz geçmedi. Mavera dergisiyle başlayan yazarlık serüvenini bir ömür sürdürmeye çalıştı. 2010 Mayıs’ının başlarıydı. İzmir’e gelmişti. Bir süredir Almanya’da yaşadığı için İzmir’den ayrıydı. İzmir’i ve İzmirli dostlarını farklı severdi. Kemeraltı’da olduğunu söyledi, Osman’ın dürümcü dükkânında buluştuk. Elinde iki ayrı dosya vardı, Almanya’da yazmış. Yeni bir roman, dedi. Birini bana verdi. Okursunuz ve düzeltirsiniz, dedi. Afganistan’a gideceğini söyledi. Akşam eve geldiğimde baktık, daha önceden incelediğimiz sayfalarla karşılaştık. Telefon ettim. Sonraki gün evimizin önünde bir araba durdu. Aynı anda telefon çaldı. Acelesi vardı, merdivenleri çıktı ve elindeki dosyayı bize bıraktı, bizdekini aldı. Gerçekten, yüzünde o unutulmaz gülümsemesi vardı. Hemen döneceğim, dedi, Mavi Marmara gemisine yetişmesi gerekiyormuş. Gitti ve bir daha gelmedi.
Sıcak bir ekim ayında Afganistan hikâyeleriyle başlayan dostluğumuz, bir mayıs ayında, her ne kadar İzmir’e sıcaklar gelmiş olsa da, Afganistan’ın dağlarında buz kesen soğuklarla nihayete erdi. Bizim İzmirli arkadaşlar için onun hikâyesi Afganistan’la başlayıp Afganistan’la bitti. Tek başına bir kervandı.