Fitneye karşı memleketi savunmak

Askerliğini yapanlar iyi bilir, yazıcı olmak en tercih edilen görevdir. Nöbet tutmaz, nöbet yazarsın. Çoğu zaman eğitime çıkmaz, yoklamaları kaydedersin. Hafta sonu izinleri senden sorulur. Yüzlerce askerin terhis evrakı senin elinden gider imzaya. Çömez muamelesi görmezsin mesela.

Çoğu gence zül olup, güle oynaya gittikleri vatan hizmetinden onları soğutan “devrecilik” baskısı sökmez kolay kolay. Bir odan vardır bir de sorumlu olduğun astsubay. Önünde bilgisayar, Word ve Excel dosyaları arasında gider gelirsin o ufacık odada. “Nöbetleri yazıyorum” deyince herkes susar, olur da gece üç-beş yazmayasın diye sana çatmadan çekip giderler. Sen masanda otururken eğitimden eğitime koşar silah arkadaşların. Buradan bakınca, yazıcı olan için askerlik ‘kıyak’tır gerçekten. Fakat bu görev çok önemli, hassas ve kritik bilgileri de yükler yazıcıya.

Karargâha, tabura ya da bölüğe ait bilgiler, krokiler, rütbeli personelin ev adresleri, “S2” denilen istihbari evraklar, er ve erbaşların özlük dosyaları, mühimmat durumu, yoklamalar… Tüm bu bilgilerin saklı olduğu dolaplar da senden sorulur. Evrak üstünde büyük bir riski vardır bunun.

2003’te, şu sıralarda Suriye’deki PYD güçlerini vurduğumuz obüslerin 3 aylık ihtisas eğitimini aldıktan sonra gittiğim İzmir Menemen’de “top komutanı” olmam gerekiyordu. Çavuştum ve gerçekten de Erzincan’da çok ağır bir eğitimden geçip Kubilay Kışlasına gelmiştim. Fakat top komutanı olamadım. Yazıcımız terhis olacaktı ve devrelerim arasında benden başka bilgisayar kullanmasını bilen yoktu. Beni, tüm ‘doğal engellere rağmen’ yazıcı yapmak zorunda kalmışlardı. Birincisi, topun üstünde olmam ve çavuş olarak askerleri eğitmem gerekiyordu. İkincisi imam hatip mezunu, başörtü eylemlerine katılıp gözaltına alınmış bir ‘sakıncalı personel’dim. Bu yüzden yapmak istemediler. Yaklaşık bir hafta sürdü bu kararsızlık. Sonunda, astsubay başçavuşu yanına çağırıp, “Evladım seni yazıcı yapmamız gerekiyor, elimizde bir alternatif vardı fakat sende karar kıldık. İmam hatip okumuşsun. Yazıcılık güven gerektiren bir iş. Allah’ın dinini öğrenip, kitabını okumuşsun. Sen vatana ihanet etmezsin. Artık terhis olana kadar yazıcımız sensin” demişti. Şaşkındım. Açıktan sevinmiştim fakat içten içe fena halde öfkeliydim.

AK Parti daha yeni iktidar olmuştu ve 28 Şubat, “karada, denizde ve havada… her zaman ve her yerde” devam ediyordu. Kat sayısı engelini aşamayacağımı anlayınca hayata bir an önce atılmam gerektiğinden askerliği aradan çıkarmak için liseyi bitirdikten sonra tecilimi bozdurup kışlanın yolunu tutmuştum. Üniversite okumamam için önüme duvar üstüne duvar ören devlet, bana silahaltındayken imam hatipli olduğum için güvenmek zorunda kalmıştı. Atadan CHP’li olduğunu sonradan öğrendiğim astsubayın, “Allah’ın dinini öğrenip, kitabını okumuşsun, vatana ihanet etmezsin” sözleri mıh gibi çakılmıştı zihnime. Oysa iki yıl önce lise son sınıftayken ‘bizi’ ve devleti yöneten siyasilere olan öfkeme dağlar dayanmıyordu.

Şimdi o devletin savunma mekanizmasının bir parçası olmuştum. Bunu yaparken de hiçbir eziklik hissetmedim açıkçası. 28 Şubat’ta çok büyük zulümlere uğrayan insanlar sorunun devlet ile değil de sistemi kuranlar ve yönetenler ile ilgili olduğunu bildikleri için haklarını ararken, haklı protestolar yaparken hep belli bir çerçeveyi korudular. Kimse çıkıp, “vergi vermeyelim ekonomi çöksün” demedi mesela. Hiçbir anne ya da baba, “Ben inançlıyım, başörtülüyüm, dindarım ve devlet bana kamusal yasaklar uyguluyor, benim imam hatip mezunu oğlum da sizin uyguladığınız yasağın kapsamına giriyor. Bu yüzden oğlumu askere göndermiyorum” demedi. Diyemezdi de. “Vatan sevgisinin imandan olduğunu” bilen insanlardan böyle bir “ihanet”, “bölücülük” ve “fitne” beklenmezdi zaten.

28 Şubat’ta iliklerine kadar sahiplendikleri devlete Gezi olaylarında başkaldıranlar böyle davranmadı oysa. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Müdafaası ile övünüp, Mustafa Kemal’in “mevzubahis vatansa gerisi teferruattır” sözüyle coşanların siyasi karşıtlıkları vatanın bölünmez bütünlüğüne dokunmuştu. Keyifleri bozulan ve her daim hor gördükleri dindarların ülke yönetiminde söz sahibi olmasını sindiremeyenler devlete tek kalemde başkaldırdılar. Medyayı, halkı ve sokakları terörize eden bu zümrenin sahip olduğu bir ‘memleket meselesi’ olmadığını da acı bir şekilde görmüş olduk. Ezberden dillendirdikleri bir sloganlar yığınıydı onların memleket anlayışı.

Gezi’de siyaset kurumuna ve devlete yapılan saldırılarda sivil kanat aktif bir rol aldı. ‘Çok taraflı medya’, iş dünyası, sanatçılar ve siyasetçiler “Erdoğan devrilecek” umuduyla hareket etti. Günlerce süren bu kalkışmanın, demokrasi dışı bir darbe girişimi olduğunu ve devletin sinir uçlarına dokunduğunu görenler “ilk üç gün” bahanesine sarılsa da Gezi olaylarıyla birlikte bu ülkenin sosyolojisinde büyük bir kırılma olduğunu çok kere görme fırsatımız oldu.

17-25 Aralık darbe girişimlerini yapan ‘sivil’ kanat, medya ile birlikte bu sefer devlet içindeki yapılarını da harekete geçirdi. Siyasetçiler, bürokratlar sindirildi. “Bugün yarın gidiyorlar” garantisi verildi. “Gerekirse evinden alırız” meydan okuması yapıldı. Fakat yine olmadı. Erdoğan boyun eğmedi. Sivil kanadın hamleleri de bitmedi. MİT TIR’ları üzerinden uluslararası bir yöntem denendi. Bu sefer de başaramadılar. Devlet dört koldan saldırı altındayken Erdoğan, tüm dünyanın gözleri önünde darbecilere ve geçmiş darbe mağdurlarına hem demokrasinin hem de memleketin nasıl savunulması gerektiğini gösterdi.

Aynı sivil kanat Gezi’de sahaya sürmediği kozunu da yanına alıp, PKK ve siyasi kolları ile saldırıya geçti bu kez. Asker ve polis tarihe geçecek bir mücadele örneği gösterdi. Doğu ve Güneydoğu halkının da desteği ile teröristlerin konuşlandıkları ilçeler, şehir merkezleri tek tek temizlendi.

Yine başaramadılar fakat bitmediler de. Casusluktan tutuklanan gazetecileri dışarı çıkartıp devlete ve hükümete meydan okudular. Bununla birlikte ellerindeki en büyük koz olan “fitne” silahını da devreye soktular.

Ülkeyi yöneten irade bir süredir hem darbecilere karşı hem de fitneye karşı büyük bir sınav veriyor. AK Parti’nin 1 Kasım seçimlerinde kurduğu büyük seçmen koalisyonunu yıkmak için türlü oyunlar deneniyor. Sadece AK Parti değil, memleket de topyekûn bir mücadele veriyor. Memleket ruhunu savunmak ise fitnelerin en çok kendilerini mağdur ettiği, 28 Şubat gibi büyük bir badireyi atlatmış olan dindar seçmene düşüyor. Bu virüs yayılırsa geri dönüşü olmaz bir yıkım olacağını da en iyi 28 Şubat mağdurları biliyor.