Filistin Davasında Erdoğan’ın farkı

Dominique Lapierre ve Larry Collins tarafından yazılmış Kudüs… Ey Kudüs adlı kitapta Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında iki ayrı devlet şeklinde paylaşılmasını öngören bir teklifin oylama süreci anlatılır. Kitapta anlatılanlara göre, 21 Aralık 2017’de olduğu gibi sahnede Yahudiler ve Amerikalılar vardır ve oylamaya katılan 56 ülke üzerinde tehdit ve şantaj yoluyla muazzam bir baskı kurarlar. Bu baskının neticesinde Yahudiler, Kudüs’ün kurulacak İsrail devletinin başkenti olması hariç ilk hedeflerine ulaşırlar. Amerika-İsrail’in bu kazanımı aynı zamanda Osmanlılık fikrinin ertelenmiş bir mağlubiyetiydi. Bundan sonra İsrail’in kazanımlarına bir sınır çizmek mümkün olmadı, önünde herhangi bir güç kalmamıştı.

Amerika-İsrail’in Birleşmiş Milletler çatısı altında kurduğu yeni düzenin İslam âlemi özelinde yol açtığı sarsıntılar büyüktü. İsrail, 1948’den sonra sürekli olarak Müslümanlar aleyhine gelişim kaydetti. 1917’de İngiltere tarafından kendilerine sunulan Filistin’e yerleşmeye başlayan Yahudiler, 1947’lerden itibaren de yoğun bir Amerikan desteği ile gücüne güç kattı. İngiltere, Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerinin önünü açmış; Amerika, devletleşmelerini sağlamıştı. 1917’den 2017’ye kadar geçen yüz yıllık zaman dilimi Yahudilerin ve İsrail’in mütemadiyen kazandığı ve yükseldiği bir dönemdi.

1917’den tam tamına bir yüz yıl sonra, Türkiye’nin İslam İşbirliği Konferansı’nı olağanüstü gündemle İstanbul’da toplantıya çağırmasıyla başlayan yeni bir sürecin başındayız. İİT’nin olağanüstü toplantısında alınan kararlara küçümseyici nazarlarla bakanlar 21 Aralık 2017’yi göremediler. Bu tarihten bir iki gün önceye kadar, bu satırların yazarı da dâhil, birçok kimse Birleşmiş Milletlerde Amerika ve İsrail’e rağmen üçte iki çoğunluğun Filistinliler lehine bir karara imza atabileceğini düşünemezdi. Çünkü 1947’deki düzen, her şeye rağmen İsrail’e alan açılması üzerine kurulmuştu ve İsrail, Batı’nın Orta Doğu’da ileri karakolu mesabesindeydi. Amerika-İsrail’in 1947’deki gibi Birleşmiş Milletlere üye ülkeler üzerine uyguladığı tehdit ve şantajlar bu kez işe yaramadı. Bundan sonraki dönemde Türkiye’nin öncülüğü ile başlayan yeni durumun sahadaki yansımalarını şimdiden tahmin etmek çok güçtür. Fakat 1917’den 2017’e kadar geçen zamanı kendi açımızdan izah etmemiz gerekir. Çünkü bu hadiselerin düşünce dünyamızda meydana getirdiği değişimler geleceğimizi de şekillendirecektir.

Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nı kaybederek şeklî düzeyde tarih sahnesinden çekilmesi onun şahsında temsil edilen fikirlerin de güçsüzleşmesine sebep oldu. Tarih sahnesinden çekilen bu fikirleri, genel manada İslamcılık başlığı altında toplayabiliriz. Esasen Osmanlı ile birlikte mağlup olan İslamcılık düşüncesiydi. Bu tarihten sonra Türk ve İslam dünyasında seküler fikirleri temsil eden kadroların iş başına gelmesi mukadderdi. Filistin ve benzer yerlerde Batı karşısında direniş hareketleri uzun bir süre eski kadrolar tarafından devam ettirilse de “ertelenmiş mağlubiyet”ten kurtulma söz konusu olamadı. İzzeddin El-Kassam ve Hacı Emin El-Hüseynî’lerin destansı mücadelesini örnek olarak verebiliriz. Farklı coğrafyalardan benzer örnekler vermemiz mümkündür. Rif Savaşı ve Abdülkerim, Ömer Muhtar, Suriye’deki Fransız karşıtı mücadele ve sair.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde Batı karşısında kurtuluş mücadelesi veren bütün ülke ve coğrafyalarda seküler düşünceleri benimseyen kadroların öncü rol oynaması tarihin zorunlu bir sonucuydu. Bu açıdan milliyetçi ve Marksist hareketlerin, fikirlerin 1950’lerden sonra Türk ve İslam dünyasında hâkim konuma geçmesini yadırgamamak gerekir. Aksi takdirde Sultan Galiyev’in Marksist bir dünya görüşüne sahip olmasına rağmen mazlum milletlerin kurtuluşu için milliyetçi bir tutum takınmasını anlamamız mümkün olamaz. Çünkü Sultan Galiyev ilk örnekler arasında sayılır. Cemil Meriç, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Erol Güngör, Atilla İlhan ve benzer fikir adamlarını anlamak için Osmanlı’nın ve onun temsil ettiği düşüncelerin mağlubiyetini anlamak gerekir.

1956 Suveyş Krizi, 1967’de gerçekleşen ve tarihe Arap-İsrail Savaşı adıyla geçen Altı Gün Savaşı, 1973’te cereyan eden Arap-İsrail Savaşı Batı emperyalizmi karşısında yeni fikirlerin tarih sahnesine çıkışını temsil eder. Bu dönemde dünyanın gelmiş geçmiş en etkili örgütlerinden biri olarak FKÖ’nün tarih sahnesine çıkışını da kayıt altına almak gerekir. Kuşkusuz bu örnekler Batı karşısında yeni bir hareketlenmeyi ve heyecanı temsil etmeleri bakımından son derece önemlidir. FKÖ’nün Filistin hareketinde başat rol oynadığı 1960’lı ve 70’lı yıllarda hem Filistinliler ve Araplar için hem de İslam dünyasının genelinde çekim merkezi olması yadırganacak bir durum değildir. Fakat seküler fikirleri temsil eden antiemperyalist hareketlerin uzun süreli bir toplumsal mobilizasyonu gerçekleştirememiş olmalarını da kayıt altına almak gerekir.

Neden Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye’nin öncülük ettiği bir girişim Filistin Davası’na yeni bir soluk, yeni bir heyecan getirdi? Türkiye, üstlendiği ve gerçekten çok büyük riskler taşıyan yeni rolü ile Doğu’nun kaderinde bir değişime yol açacak mı? Gandi, Nasır ve Tito ile karşılaştırıldığında Erdoğan’ın farkı nedir? İran’ın başarısızlığı nereden kaynaklandı ve Türkiye, Türk ve İslam dünyasının sokaklarını niçin bu kadar hareketlendirdi? Bunlar gerçekten cevaplandırılması gerekli sorulardır.

Filistin davası Siyonist Yahudilerin-İsrail’in ve Evangelist Neo-con’ların yüzlerce yıl önceden günümüze taşıdıkları hurafelere indirgenemeyecek kadar önemli bir meseledir. Bu konuda üretilecek fikirler, bizim kendimiz için ürettiğimiz fikirler olacaktır.