Muhafazakârlar arasında Enver Paşa’ya karşı bir düşmanlık olduğu doğrudur. Hatta bu düşmanlık bir bakıma nesilden nesile aktarılmış, desek yanılmış olmayız. Enver Paşa’ya karşı düşmanlık sadece muhafazakâr kesimle sınırlı değildir. Atatürkçülük-laiklik şemsiyesi altında da ciddî bir Enver Paşa düşmanlığı yapılır. Bu durumun sebepleri üzerinde durmak gerekirdi ama yıllar içerisinde oluşmuş yargıların üzerine pek de gidilmiyor. Belki de cesaret gösteremiyoruz.
Enver Paşa, büyük mücadelede kaybetmiş biriydi. Aslında onun şahsında hepimiz kaybettik ama kaybetme sorumluluğumuzu da onun üzerine yüklemekte bir zorluk yaşamadık. Hâlbuki mağlup olan Osmanlıydı. Yani hepimiz. Osmanlı, İslâm demekti. Büyük bir savaşa girdik ve bu savaştan çok büyük kayıplarla çıktık. Enver Paşa, Kuzey Afrika’dan Türkistan’a kadar her yerde mücadele etmiş biriydi. Cesurdu ve kahramandı. Onun da hataları vardı, devrin birçok aktörü gibi.
Son dönem Osmanlı siyasetinde İslamcılık etkiliydi. Tanzimat sonrasında karşılaşılan problemlere bir çözüm şeklinde ortaya çıkan Osmanlıcılık uzun ömürlü olmadı. Açe Sumatra’dan Hindistan’a, Afrika derinliklerinden Balkanlara, Kırım’dan Doğu Türkistan’a kadar geniş bir sahada Batı Emperyalizmine karşı direniş gösteriliyor ve bunun neticesi olarak yardım arayışlarına girişiliyordu. Kemal Karpat’a göre Müslümanların yardım aramak için İstanbul’a gelmesi siyasî dayanışma fikrinin doğuşuna zemin hazırlar. Bu, aslında İslamcılığın hangi şartlarda ortaya çıkmış olduğu meselesine de açıklık getirir. Karpat’ın başlangıç dönemi olarak Abdülaziz devrini işaret etmesi önemlidir.
Gazetenin düşünce hayatımızı şekillendirmeye başladığı 1860’lı yıllardan itibaren yeni fikrî hareketlerin toplu iletişim kanallarından çok daha etkin bir şekilde faydalandığı bilinmektedir. Siyaset ve münevver sınıfının Batı karşısında yeni bir fikir geliştirme ve bu fikrin toplumda karşılık bulması bakımından gazete önemli bir araçtı. Batının Doğu üzerinde mutlak bir hegemonya kurma mücadelesi 19. yüzyılın son çeyreğinde doruk noktasına ulaştı. Batı Avrupa emperyalizminin Afrika Kıtası’na yeni ve acımasız bir saldırı başlatması bu döneme tekabül eder. Koca kıtada en büyük yıkım da bu dönemden sonra yaşanmıştır. Aynı şekilde Rusların Türkistan coğrafyasına yönelik istila süreci de bu dönemde tamamlandı. Buhara Hanlığı da düştü. Siyaset ve münevver sınıfının İslam ve Türk dünyasını çepeçevre kuşatan bu gelişmelere karşı tepkisiz kalması imkânsızdı. Çünkü bir adım sonrasında istila girişimi İslam’ın merkez coğrafyasını da doğrudan tehdit edecekti. İslamcı düşüncenin gelişmesi ve çok geniş bir sahada yankı bulması iç içe geçmiş gelişmelerin bir sonucudur.
İstanbul, İslam dünyasının en önemli merkez şehriydi. Hilafetin başşehri olma niteliği onu siyasî arayışların merkezine yerleştiriyordu. İslam dünyasında ihya hareketlerinin İstanbul merkezli olmamasıyla siyasî arayışların İstanbul merkezli olması, İslamcı siyasî hareketlerle ihya hareketleri arasındaki farkları izah etmemize yardım edebilir. Bu iki eğilim birbirini etkilemiş ve dönüştürmüş olsa da bazı hususlar bakımından farklılıklar arz eder. Üçüncü ve bunlardan bağımsız bir grup olarak muhafazakâr gelenekten bahsedebiliriz.
Osmanlının I. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkması İslamcı siyasî hareketlerin de mağlubiyeti anlamını taşır. Çünkü mesuliyet bu fikrin omuzlarındaydı. Bu dönemden sonra ihya hareketleri ve muhafazakâr hareketler varlığını sürdürse de İslamcı siyasî düşünce tarih sahnesinden çekildi. Yazılma tarihlerini ve sebeplerini göz önünde bulundurduğumuzda Çanakkale Şehitleri ve İstiklal Marşı şiirleri arasındaki kısa zaman aralığı zaferle mağlubiyet arasındaki uçurumun büyüklüğünü gösterir. İstanbul merkezli İslamî siyasî güç dağıldı. İslamî siyasî merkezin dağılması bu fikrin devlet düzeyinde temsil edilmemesi demektir. Bir müddet sonra münevver sınıfı da zayıfladı. İhya hareketleri ve muhafazakâr eğilimler varlığını sürdürdü.
Coğrafyanın bir kader olduğunu söyleyenler fikrin de bir kader olduğunu ifade etmelidir. Farklı zamanların beraberinde getirdiği benzemezliklere rağmen benzer koşullar oluşunca belirli fikirlerin öne çıkıyor olmasını başka türlü izah etmek kabil değil. Yaklaşık yüz yıl sonra yeni bir istila dalgası coğrafyayı sarsıyor, her şey yerinden sökülüyor ve gelenekselleşmiş bütün zihin kalıpları işlevsizleşiyor. Bu da gelenekselleşmiş tanımları geçersizleştiriyor. Yüz yıl önce olgunluk evresine ulaşan siyasî arayışların yeniden gündemimize gelmesi fikrin de bir kader olduğunu ispat eder. Bu açıdan II. Abdülhamit ve Enver Paşa’ya yöneltilen suçlamaların bugün yine gündeme gelmiş olması anlamlıdır. Dikkat edilirse geleneksel tarafların da yer değiştirdiği görülür. Bugünün dönüştürücü değişimleri kolay zamanların zihnî kalıplarını ve dolayısıyla geçici birliktelikleri anlamsızlaştırıyor. Milletin siyasî sahnede aktif rol oynamaya başlaması da bu dönüştürücü değişimlerle anlaşılabilir.
Siyasî merkezin güçlü bir şekilde tarih sahnesine dönmüş olması birçok değişimlere yol açacaktır. Görüldüğü kadarıyla tarihin zor zamanlarında belirli bir olgunlaşma dönemi yaşayan fikirler de merkeze doğru kaymaktadır. Bu, belirli fikirlerin devlet düzeyinde temsil bulması anlamına gelir. Kuşkusuz bugün, 19. asırdan oldukça farklı siyasî bir atmosferin içindeyiz. Bugün, üretilen fikirlerin bütün bir coğrafyada çok daha güçlü bir şekilde yansıma bulduğunu görebiliyoruz.