Fetullahçı Terör Örgütü, Türk ordusu içindeki unsurlarını harekete geçirerek yabancı ülkelerin lehine olmak üzere darbe teşebbüsünde bulunmasına rağmen kendi elemanları tarafından hâlâ ciddî bir şekilde savunuluyorsa, ortada ciddî bir durum var demektir. Üstelik örgüt içinde darbe teşebbüsü hakkında birbirine zıt birçok açıklamalar yapılmakta fakat bunlar örgüt elemanları tarafından görülmemektedir. Örgüt içinde yer alıp doğrudan darbe teşebbüsünde bulunmayan kitlenin darbe teşebbüsünü özellikle dinî söylem alanı içine çekmek suretiyle asıl bağlamından uzaklaştırdığı görülmektedir. Herhangi bir siyasî düzende başarısız askerî darbe girişiminin neticesi bu teşebbüste bulunanlar açısından yıkıcı sonuçlar doğurur. Görüldüğü kadarıyla FETÖ’de bu çerçevede bir sorgulama yaşanmamaktadır. Farklı bir açıdan değerlendirilirse FETÖ elemanlarının cemaatlerine karşı sorgulanmaz bir bağlılık içinde olduklarını söyleyebiliriz.
FETÖ’cülerde olduğu gibi genel olarak Türkiye’de birçok sosyal grubun cemaat ruhu ile hareket ettiğini ve bu ruhun karşıtlık ilkesiyle birbirini ürettiği bir durum söz konusudur. FETÖ bağlamında tekrar gündeme gelen cemaatçilik olgusunun derinlemesine tartışılmamasının en önemli sebeplerinden biri de budur. Cemaatçilik olgusunun ve cemaatçi zihniyetlerin dokunulmazlığını aşmak sadece cesaretsiz olmakla alakalı değildir. Görebildiğimiz kadarıyla birçok “cemaat” var ve bu cemaatlerin etrafında toplananlar “cemaat” olgusunun tartışılmasını istemiyor. Bu durum sadece dinî kesimlere mahsus bir sorun değildir.
Bir cemaat olarak FETÖ’yü güçlü kılan en önemli nitelik, bağlılarını her şartta etkileyebilecek ve onları tanımlanmış bir dinî alana sıkıştıracak batınî yorumların güçlü bir şekilde kabul edilmesidir. Fetullah Gülen’i temel ideolojik yaklaşımlar ve siyasî tercihler bakımından sorgulanmaz bir boyuta yükselten nitelik, batınî yorumların cemaatin her bir ferdi tarafından içselleştirilmesidir. Bu şekilde bir kabul, bağlılarını her an ceza ve mükâfat bakımından Gülen vasıtasıyla ilahî müdahaleye açık hâle getirmektedir. Cemaat içinde şefkat tokadı gibi bir ilahî müdahalenin varlığını buna örnek olarak gösterebiliriz. Kuşkusuz bu durumun İslâmî açıdan izahını yapmak bu yazının amacı değildir.
Gülen için uzun örgütsel faaliyet döneminde örgüte kazandırdığı elemanları mutlak surette yalıtılmış bir alan içinde tutmak önemliydi. Bunun için de örgüt üyesi olan yeni kimselerin farklı İslâmî mahfillerle temas kurmaması gerekiyordu. Böylelikle etkileşim imkânsız hâle getirilecekti. Gülen’in bu tavrının kabul edilebilir olması için mutlaka dinî bir gerekçeye dayanması gerekiyordu. Gülen, bu sorunu dinî kabullerini batınî yorumlar çerçevesine dâhil ederek aştı ve örgüt tarafından yaklaşımları sorgusuz sualsiz kabul edildi. Bu da örgütün katılaşmasına yol açtı.
FETÖ’de farklı dinî mahfillere gösterilen olumsuz tutumun yanı sıra çeşitli bilgi kaynaklarına yönelik de ciddî bir kayıtsızlık görülür. Bu, Fetullah Gülen’in kurduğu örgütte yer alan herhangi bir eleman için oluşturduğu dinî sınırın (!) aşılmasını imkânsız kılacak bir fanus kurmasına imkân verdi. Böylelikle FETÖ elemanlarının farklı dinî mahfillerle fiilî temasını yok etmek için dolaşımda olan ötekileştirici tavır, çeşitli bilgi kaynakları için de geçerli oldu.
FETÖ’nün, cemaatin temel ideolojik referansları ile alakanın koparılmasını dinden uzaklaşma şeklinde gösteren bakış açısı basit şekilde izah edilecek bir durum değildir. Örgüt için temel ideolojik referanslarından uzaklaşma ve başka kaynaklara yönelme dinî bir sorun hâline getirilmiş, kopuş ve uzaklaşma da ilahî müdahale ile cezalandırılacak bir kabahat şeklinde gösterilmiştir. Salt seçilmiş kaynaklarlara mahkûm edilen örgüt elemanları, başlangıç aşamasında sıkı bir program ile kımıldayamaz hâle getirilir, temel ideolojik eserler dışında farklı kaynakları tanımaya fırsat bulamaz ve böylelikle örgütsel aidiyet en üst seviyeye yükseltilir. Bu durum, FETÖ’nün önde gelen elemanlarının ortak tavrıdır ve yeni eleman dinî (!) fanusun içinde çepeçevre kuşatılır.
FETÖ’nün ötekileştirici tutumu ve çeşitli bilgi kaynakları karşısındaki kayıtsızlığı, bu örgütün tesadüfî bir şekilde oluşturulmadığını gösterir. Örgüt lideri ötekileştirici ve kayıtsızlık şeklinde tezahür eden bu tavırları zaman içinde açık bir düşmanlık seviyesine yükseltmekte zorlanmamıştır. Bu özellik, örgütün daha kuruluş aşamasında farklı amaçları gerçekleştirmek için kurgulandığını gösterir. Fetullah Gülen’in geçen zaman içinde dinî cemaat ve çevrelere karşı gösterdiği olumsuz tavır ile dinî çevrelerden olmayan kişi ve yapılara karşı gösterdiği “hoşgörü” arasındaki zıtlık bu açıdan anlamlıdır. Bu zıtlık, Fetullahçıların FETÖ olma sürecinde Türk ve İslâm düşmanlığı tavrını açık etmesini kolaylaştırmıştır. Zaten bu aşamadan sonra kimliksizleşme ve aidiyet yoksunluğu FETÖ’nün en belirgin vasfı hâline gelmiştir.
Gülen’in 1990’lardan itibaren hoşgörü temalı toplantılar tertip edip sosyal ilişkilerini bu tema üzerinden geliştirmeye çalışması, yukarıda göstermeye çalıştığımız ötekileştirici ve kayıtsızlığa dayalı tutumun görülmesini engellemiştir. Aynı şekilde “hoşgörü” temalı toplantıların ve Dinler Arası Diyalog hareketine verilen desteğin İslâmî çevreleri kapsam dışında tutması da önemlidir. 1990’lara damgasını vuran bu çalışmalar örgütün küresel ölçekte güç olmaya başladığı dönemde gerçekleşmiştir.
FETÖ, bir örgüt olarak ortaya çıktığı andan itibaren kendi coğrafyasına, milletine ve dinine yabancı ve düşman bir “hizmet” hareketiydi. Batı Avrupa emperyalizminin amaçlarına ulaşması için Müslüman dünyanın içinden çıkmış unsurların zaman içinde dönüştürülmesi ve amaçlanan “hizmet”e uygun hâle getirilmesi gerekiyordu. Hizmetin etkin bir şekilde yapılması için gönüllülük esastı. Bu sebeple hizmetin içinde yer alacak insanların bağlamından kopartılması gerekiyordu. Şimdi bu gerçekleşmiş oldu. Asıl üzerinde düşünülmesi gerekli olan durum ise bu gönüllü hizmet hareketinin içinde yer alan bağlamından kopartılmış kişilerin düşmanlıklarını nereye kadar götürebileceklerini görmektir.