İslam dünyasında ve Türkiye’de yükseliş
1960’lı yıllardan itibaren İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel emperyalist sisteme karşı Türk ve İslâm dünyası ciddî bir direnç göstermeye başladı. Bu çerçevede İslâmî muhalefet derinlik kazanıyordu. Kuşkusuz İslâmî muhalefetin en belirgin vasfı, emperyalizm karşıtlığıydı. Batı ve Doğu arasında cereyan edecek dolaysız bir savaşta Batı’nın da ciddî bir kayıp yaşaması kaçınılmazdı. Her ne kadar Batı Avrupa, 1918’de kendi dışında kalan dünyayı egemenliğine almayı başarmış olsa da I. Dünya Savaşı onları da zayıflattı. II. Dünya Savaşı’nda da kendi aralarındaki mücadeleyle önemli bir güç kaybına uğradılar. Bayrağı Amerika devralmış olsa da İslâm dünyasında emperyalizme karşı yükselen bir muhalefet vardı. Doğu ve Batı arasında çatışma kaçınılmazdı.
Türkiye’de, 1950’li yılların İslâmî hareketleri üzerine yapılan yorumlarda o dönemin İslamcı düşünürlerinin Batı karşıtlığının görmezden gelinmesi ya da küçümsenmesi bir gelenek olmuştur. Hatta dönemin İslamcı düşünürleri bugünkü “şiddet” sarmalının müsebbibi olarak gösterilir. Hâlbuki sözü edilen dönemde İslâmcı mütefekkirler Batı emperyalizmi karşısında bağımsızlıkçı bir düşünceyi hayata geçirmeye çalışıyor ve daha adil bir dünya hayaliyle fikrî üretimde bulunuyorlardı. “Öze dönüş” bu gayret ve hayalin gerçekleşmesi için kendini bulma arayışıydı. Batı, adil bir sistem kurma peşinde değildi, Filistin’in İsrail tarafından işgali bunun en önemli göstergesiydi. Coğrafyamızın talanı zaten süregelen bir uygulamaydı.
İslam dünyası terör parantezinde
Batı, muhtemel Doğu-Batı çatışmasına bizden önce hazırlanmaya başladı. Bunun için iki kutuplu dünyanın çöküşünden sonra İslâm dünyasını terör parantezine alma hamlesi geldi. Bu, hesap edilmiş bir hamleydi. Bu sebeple 1991 I. Körfez Savaşı’ndan sonra bütün bir İslâm coğrafyası kuşatıldı. Irak’ta yüz binlerce insan öldürüldü ya da göçe zorlandı.
Aynı dönemde Cezayir’de demokratik bir yöntemle yapılan seçimlerden İslâmî Selamet Cephesi galip çıktı, fakat Cezayir’de yıllarca süren bir katliam süreci başlatıldı. Fransa’nın askerî müdahalesi binlerce Müslüman’ı terör parantezine almak için yapılmıştı. Eğer İslamî Selamet Cephesi, askerî müdahaleyle saf dışı edilmeseydi Avrupa’ya bile örnek olabilecek olgunlukta yeni bir nizam kurulabilirdi. Belki de sırf bu durumu engellemek için Abbas Medenî gibi öncüler cezalandırıldı.
Bosna’da utanç verici bir katliam, 1990’ların bu saldırganlık döneminin eseridir. Hollandalı askerler, Srebrenitsa katliamına önce zemin hazırladı, sonra katliamı seyretti. Karabağ’dan 1,5 milyon Müslüman Türk, Ermeniler tarafından sürgün edildi.
Afganistan, Soğuk Savaş Dönemi ve sonrasında dünyanın iki ayrı süper gücü tarafından işgal edildi. NATO çerçevesinde Afganistan’ı işgal eden Batılı ülkelerin askerleri tarafından işlenen utanç verici suçların haddi ve hesabı yoktur. Hâl-i hazırda bu ülkelerin Afrika’da işlediği suçlara dair kimse konuşmuyor. Daha nice utanç verici saldırıları saymaya gerek yok.
Batı’nın kendi dışında kalan coğrafyalara yönelik saldırılarını hangi kavramlarla ifade etmek gerektiği konusu dahi gündemde yoktur. Hangi Batılı fikir adamının eseridir bu vahşice katliamlar, hangi Batılı dinî bir köktencilik anlayışının ürünüdür ya da Batı medeniyeti zaten bu vahşice saldırılar üzerinde mi yükselmiştir?
Hâlbuki Batı, İslâm dünyasını fiilen kuşatıyor, işgal ediyor ama herhangi bir mukavemet hareketine medya aracılığı ile terör yaftası yapıştırılıyor. İşgal edilen, talan edilen, terörle suçlanan Müslüman dünyası ve terör parantezine alınanlar da Müslümanlardır.
Aynı yıllarda FETÖ, dinler arası diyalog ve hoşgörü hareketi şeklinde takdim edildi. FETÖ, İslâmcı hareketler karşısında bir ılımlı İslâm projesiydi. İslâmcı hareketlerin ortaya çıktığı zamanlardan itibaren antiemperyalist bir karaktere sahip olması, Fetullahçı yapıyı kuranlar için önemli bir veriydi. Konuşmaları dikkatle izlendiğinde Fetullah’ın işbirlikçi kimliği, ilk konuşmalarından itibaren görülür. Zaten bu yapı kendi elemanlarını ısrarlı bir şekilde diğer dinî yapılardan uzak tutmuş, herhangi bir temas ve etkileşimin önünü kesmiştir. Kendi coğrafyasında yalıtılmış bir hareketin Batı’nın temsilcisi rolünü kolaylıkla ifa etmesi yadırganacak bir sonuç değildir.
FETÖ, emperyalizmin işbirlikçisi
Batı’nın teknolojik üstünlüğü, ona muazzam bir imkân sağlıyordu. Bizim gençliğimiz de Batı hayranlığına karşı mücadele ile geçti. Doğu’ya ve İslâm’a dair ne varsa bizim topraklarımızda da küçümseniyordu. Türkiye’de birçok grup Batı hayranlığı ile hastalıklıydı. Bunlar arasında dinî grupların olması şaşırtıcı değildi. Çünkü II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan dengede Sovyetler ve Amerika, güya iki ayrı kutbu temsil ediyordu. Bizim coğrafyamızın zihnî kodlarını da bu zıtlık üzerine inşa etmek istediler ve önemli ölçüde de başarılı oldular. Coğrafyamız sözde düşman kutupların, birbirine düşman taraftarlarıyla doluydu. FETÖ; bu sun’î zıtlıktan doğdu, beslendi ve büyüdü. Bugün herhangi bir kimsenin FETÖ’nün Amerikancı ya da Avrupacı, İngilizci tutumu karşısında şaşkınlık yaşamaması, böylesi bir tercihin farklı kesimler tarafından içselleştirilmiş olmasıyla açıklanabilir. Doğu ve Batı arasında çatışmanın kaçınılmazlığı, Batı Avrupa emperyalizmine bu sun’î gerilimi kullanma fırsatını verdi. FETÖ ve diğer gayr-i millî unsurların bu gerilimden doğmuş olması bu açıdan anlamlıdır. Gerilimin her iki tarafta yer alan insanlar üzerinde yabancılaştırıcı bir etkiye sahip olduğu bilindiği için Batı açısından çok geniş bir alan ortaya çıktı. Bu sebeple yabancılaşmış unsurların çok daha köklü bir değişime tabi tutulması gerekiyordu.
Sömürgecilik çağında bir şekilde “eve dönüş” imkânı vardı ve yabancılaşanlar arasından eve dönenler çıkıyordu. Emperyalizm çağında “eve dönüş” imkânsız hâle getirildi. FETÖ için yeni bir din icat edilmesi sebepsiz değildir. Peygamberi olmayan bir dinin yaygınlaştırılması İslâm ve Türk düşmanlığını kalıcı hâle getirecek en önemli dayanak noktasıdır. Yeni dinin yeni önderi tarafından Haçlılara övgü düzülmesi de bu açıdan şaşırtıcı değildir.
FETÖ, Türkiye’ye karşı Batı müdahalesidir
28 Şubat’ta gerçekleşen post-modern darbe, ülkemize karşı yapılan en büyük emperyalist saldırıydı. Darbede Fetullahçıların rolü kapsamlı bir şekilde incelenmemiştir. O dönemde “bir numara” hep yanlış yerlerde aranmıştı. Ülkemize yönelik bu emperyalist saldırının yıkıcılığı en çıplak hâliyle 2001 büyük kriziyle ortaya çıktı. Artık millî varlığımız yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. İsrail, Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa sevdası basit bir zaaf ve dolaylı bir tehdit olmaktan çıkmış, anılan ülkelerin bağımlı yapıları Türkiye’yi doğrudan hedefe koymuşlardı.
Peki, o zaman, içeride oluşan gayr-i millî yapılar ve güç odakları karşısında ne yapmak gerekiyordu? Cumhuriyet mitingleri ile başlayan saldırılar, bu soruya doğru bir cevap geliştirmiş olmamızın bedelidir. “Üçüncü yol” tutmuştu ve bu cevabın bütün bir millet tarafından, hatta hatta bütün bir coğrafya tarafından benimseneceği aşikârdı. Cumhuriyet mitingleriyle istenilen hedefe ulaşamadılar ama büyük zaman kaybettirdiler. 90’lı yıllara yeniden dönülme tehlikesi vardı.
Fetullahçı Terör Örgütü, 2007’lerde Türkiye’nin bütün siyasî taraflarını Erdoğan karşıtlığı üzerinden bir çatı altında birleştirme gayretindeydi ve bu açıkça görülüyordu. Ülkemiz unsurları arasında Doğu-Batı savaşı tekrar başlamıştı. Erdoğan ve onun tarafından temsil edilen millî kanat, bu açık saldırıyı gördü. Hesap edilmeyen gelişme ise 2008’de emperyalist devletlerin yaşadığı ekonomik krizdi. Bu, tarihin altın tepsi ile bize sunduğu bir fırsattı.
Fetullahçı Terör Örgütü mensuplarının 2009’dan sonra Türkiye karşıtı eylemlerini alenileştirmesi tesadüfî değildir. Bu eylemler, onlar için yabancılaşma sürecini hızlandırma ve kesin kopuş sürecini de başlatma anlamına geliyordu. Örgütün, küresel güç odaklarıyla ilişkilerini en üst seviyeye ulaştırdığı bir dönemde Türkiye’nin en güçlü kurumlarına öldürücü darbeler vurması da tesadüfî değildir. Örgüt, güç sarhoşluğu yaşıyordu. Onun için de hem orduya hem siyaset kurumuna hem iş dünyasına hem de diğer İslâmî gruplara meydan okuyordu. Örgüt, sıradan vatandaşların hayatını da bu dönemde tehdit etmeye başladı.
Gücünün en üst noktaya çıktığı bir zaman diliminde Fetullahçı örgütün, küresel vatandaşlık tezini en yüksek tonda dillendirmiş olması gerçek bir küresel güç olmasıyla açıklanabilir. Onların küresel güç olma yönünde elde ettikleri başarı Türkiye’ye olan bağlarını da gittikçe zayıflatıyordu. Örgütün en tepe noktasında yer alan kişilerin İsrail pasaportu taşımaları sürecin nereye doğru gideceğini gösteriyordu.
Gezi Parkı, FETÖ eliyle yapılan açık emperyalist saldırıdır
Gezi Parkı eylemlerinin 2007’den 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi’ne kadar geçen sürede Türkiye’ye karşı yapılmış en güçlü saldırı olduğunu bu sayfalarda birkaç defa dile getirdik. Onun için ayrıntıya girmeyeceğiz. Fetullahçı Terör Örgütü, Gezi Parkı eylemlerinde de kendini gizlemeyi başardığı için Türkiye’deki varlığını tehlikeye atmamış oldu. Erdoğan’ın, Gezi Parkı saldırısından, en yakınlarında bulunanların perdeleme çabalarına rağmen zaferle çıkması 17-25 Aralık, MİT TIR’ları ve en nihayet 15 Temmuz Darbe Girişimi süreçlerini beraberinde getirdi. FETÖ, bu üç saldırıyı açık kimliği ile yaptı. Böylelikle Fetullahçıların gayr-i millî bir yapı olduğu da görüldü. Eğer Erdoğan’ı kuşatanlar FETÖ’yü gizlememiş olsaydı, muhakkak 15 Temmuz’a kadar büyük mesafe kaydedilirdi.
FETÖ, Türkiye karşıtı eylemleriyle kendi kimliğini açık ettikten sonra emperyalizmin örgüt elemanlarını yurt dışına taşıma süreci başladı. Bu üç darbe girişimi süreçlerinde başarısız oldukları için örgüt elemanlarının kurtarılması gerekiyordu. Bu süreç MİT TIR’ları hadisesinden sonra da gerçekleşebilir, 15 Temmuz yaşanmayabilirdi. Fakat küresel emperyalizm, ülkemizde ve bizim gibi olan birçok ülkede geniş bir nüfuz alanına sahiptir. MİT TIR’ları hadisesinden sonra dahi FETÖ’yü perdelemeyi başardılar. Bugün 15 Temmuz’dan sonra dahi aynı perdeleme çabası sürdürülüyor. Bu çabaya muhafazakar kesimin ciddî katkısı göz ardı edilemez. Eğer bunu da başarırlarsa içeriden daha büyük saldırı yapacaklardır. Çünkü örgüt, ülke içinde hâlâ güçlüdür.
Türkiye’de yenildiler, sıra bütün coğrafyanın kuşatılmasında
FETÖ’yü yurt dışına taşımaya başlayan emperyalist güçler, elli yıldan fazla bir zamandır örgüte yaptıkları yatırımlardan vazgeçmediklerini göstermiş oldular. Farklı ülkelerin benzer amaçlarla örgüte sahip çıktığı aşikârdır. Onlar, Fetullahçı Terör Örgütü’nü Türkiye dışında yeniden kurguluyorlar.
Türkiye’den ve İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden Batı ülkelerine farklı amaçlarla göç etmiş unsurların yeni emperyalist kurguya dâhil edilmesiyle tazelenmiş ve daha güçlü bir kuşatma sürecini yaşamamız şaşırtıcı olmayacaktır. Bu açıdan Türkiye’nin 15 Temmuz’dan sonra örgüt elemanlarına yurt dışı yasağı koyması çok yerinde bir karardı. Bu kurgunun hayata geçirilmesi önemli sayıda FETÖ’cünün onlara katılmasına bağlıdır. Peygambersiz bir din anlayışına sahip olan FETÖ, bu yeni emperyalist kurgunun düşünsel temelini oluşturacak ve aynı zamanda sinir uçlarını kontrol edecektir.
Örgütün Batı ülkelerinde yeniden kurgulanma süreci, Türkiye içinde kısır tartışmaların gölgesinde kalıyor. Sözde dinî bir yapının bu kadar ülke tarafından sahiplenilmesi görülmüş bir durum olmamasına rağmen eli kalem tutan birçok kimsenin bu tehlikeyi görmezden gelmesi anlaşılır bir durum değildir. Hâlbuki örgüt, küresel vatandaşlık tezi üzerinden geliştirdiği peygambersiz din ile yeni bir kimlik inşa ediyor.
Örgütün yurt dışına kaçma sürecini çok ciddiye almamız gerekiyor. Çünkü bu örgüt, kendi elemanlarını coğrafyasından, milletinden, ülke ve devletinden hatta hatta dininden kopartarak yabancı bir unsur hâline getirdi. 15 Temmuz’da herhangi bir tereddüt geçirmeden milletin bizatihi kendisine kurşun sıkılmış olması kopuşun derecesini gösterir. Artık onlar küresel güç odaklarının, sermayenin ve devletlerin devşirilmiş elemanlarıdır. 15 Temmuz’dan daha fazlasını yapmaya aday oldukları 15 Temmuz sonrası faaliyetleriyle ispat edilmiştir. Sadece 15 Temmuz’un sebep olduğu yıkımlar, içinde bulunduğumuz durumu gözler önüne sermeye yeterdi. Ama buna rağmen örgüt elemanları asla bir pişmanlık belirtisi göstermiyor. Bu, onların coğrafyamız için ne derece büyük bir tehlike olduğunu gösterir.
Emperyalist Batı ülkelerinin FETÖ’cüleri bu kadar açıktan desteklemesi ve onlara sahip çıkıp yurt dışında yeniden örgütlemeye çalışması çok çok önemsenmesi gerekli bir süreçtir. Türkiye’de bu sürecin kapsamlı bir şekilde ele alınması gerekiyor. Fakat galiba bu da gerçekleşmeyecek. Çünkü eli kalem tutanlarımız arasında içinden geçmekte olduğumuz süreci tam olarak anlamamış birçok kimse var ve ne yazık ki bunca acı tecrübeye rağmen kapsamlı bir FETÖ analizi yapmak yerine FETÖ’ye karşı oluşan öfkeyi eleştiriyorlar.
Halbuki bu ülkenin insanları yapılan bütün saldırılara rağmen ne gözü kan bürümüş bir hâldedir ne intikam hırsıyla yanıp tutuşmaktadır ne de idam histerisine kapılmıştır. İnsanlarımız, ülkesinin kuşatıldığını görüyor ve bu durum onlara derin bir acı yaşatıyor. Sadece ülkesi ve vatanı için, milleti için, Erdoğan için dua ediyor ama buna rağmen idam histerisine tutulmakla itham ediliyor, hem de muhafazakar yazarlar tarafından.