Bugün Türkiye’de birçok kimseyi yakından ilgilendiren bir sorun olarak Fethullahçı yapının açık siyasî faaliyetleri ciddi anlamda tehlikeli bir boyuta ulaştı. Gezi Parkı eylemleriyle başlayıp 17-25 Aralık ve MİT tırları hadiseleri ile doruk noktasına ulaşan Fethullahçı yapı saldırıları karşısında Tayyip Erdoğan’ın tavrı netti ve bu açık mücadelenin tercih edilmesi anlamına geliyordu. Bu dönemde İslamcı bir gelenekle doğrudan alakası olan birçok kimsenin açık tavrını Tayyip Erdoğan’dan sonraya bırakmış olduğunu gördük. En az bu “gecikme” kadar anlamlı olan ise AK Parti içinde önemli mevkilerde bulunan birçok şahsın ticarî vs. kaygılarla, devletin farklı bürokratik mekanizmalarında önemli görevlerde bulunan ve AK Parti’ye yakınlığı ile bilinen kimselerin de gelecek endişesiyle “bekle gör” anlayışını tercih etmiş olmasıdır.
Bahsettiğimiz gecikme ve bekle gör anlayışının esas olarak zihin karışıklığı ile açıklanabilecek bir durum olduğunu belirtmek gerekiyor. Zihin karışıklığının da doğrudan 28 Şubat süreci ile açıklanabilecek bir sonuç olduğunu izah etmeye çalışacağız. Bahsi geçen süreçte İslamcı siyasî hareketlerle doğrudan ilişkisi olan kimselerin Fethullahçı yapı ile yolunun kesişmiş olması önemlidir. Zira 28 Şubat sürecine kadar Fethullahçı yapı ile İslami kesimler arasında herhangi bir yakınlaşma ve temastan söz edilmezdi. Bu bizatihi Fethullahçı yapının mesafeli duruşundan kaynaklanıyordu. Fethullah Gülen’in 70’lerin ortalarına kadar İslami kesimle bağları kuvvetliydi. Sonraki zamanlarda Gülen’in kendisi tarafından bu bağlar zayıflatıldı. Daha sonra ise temas tamamen bitti. Bunu bir düşmanlık veya rekabet şeklinde tanımlamak doğru olmaz. Fethullah Gülen, kendi ekibine yalıtılmış ve rafine bir ortamda kimlik kazandırdı ve bu kimliği kalıcılaştırdı. Herhangi bir şekilde farklı İslami grupların, cemaat üyeleri arasında gündeme getirilmesi ve dışarıda olanlarla tartışmaya girişilmesi yasaklanmıştı. Bunun doğal neticesi olarak Fethullah Gülen grubu ile farklı gruplar arasında herhangi bir etkileşim söz konusu olmadığı gibi bu bilinmeyen bir durum da değildi.
28 Şubat, Türkiye’nin sosyolojik yapısında önemli kırılmaların yaşandığı bir dönemdir. Bu dönem İslami cemaatlerin sosyolojisinde de önemli değişimlere yol açtı. İmam Hatip Liselerine uygulanan baskı özellikle dindar kesimde büyük bir paniğe yol açtı. Hemen hemen herkes çocuklarının geleceği hakkında ciddi endişelerin gölgesinde hareket etti. Bu durum sosyal mühendislik alanında ortaya çıkan önemli bir fırsattı ve iyi değerlendirildi. Dindar kesim, çocuklarını Gülen cemaatine teslim etti. Bu durum, tartışmasız bir şekilde bütün bir toplumun gelecek tasavvurunun inşası sürecinde Fethullahçı yapının belirleyici olmasına imkân sağladı. Artık geleceğin insanlarını onlar yetiştirecekti. Yerli ve millî olmaktan uzak, küresel vatandaşlık vurgusu belirginlik kazanmış kozmopolit bir kimlik bu insanların ayırt edici vasfı olacaktı. Gülen cemaati daha da ileri bir adım atarak kendilerine teslim edilen öğrencilerin evlerine girdi ve öğrencilerin aileleri hakkında bilgi topladı, bu bilgileri işledi, kullanılacak hâle getirdi ve arşivledi. Bu büyük bir bilgi bankasıdır. Gülen gurubu artık Türkiye’de tartışmasız bir güç olmuştu. Bu kuşkusuz 28 Şubat’ın eseridir.
AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesi ile başlayan dönemi ise farklı bir açıdan değerlendirmek gerekir. Fethullahçı yapı, AK Parti’nin tek başına kurmuş olduğu hükûmetleri fırsata çevirmek için her türlü araca sahipti. 28 Şubat’tan sonra ayakta kalan, çalışan, başarılı tek dini yapıydı. Diğer dini gruplar üretken değildi, dayanışma ruhundan yoksundular, başarısız olmuşlardı vs. Hele ki İslamcılar! O dönemde AK Parti içinde eli kalem tutan bazı şahıslar dahi İslamcıların başarısızlıkları ve çöküşleriyle ilgili derin tahliller yapıyor ve muhafazakârlığa övgüler düzüyordu. Artık 2000’li yılların zihniyet yapısının temelleri tam olarak atılmıştı. Dindar kesimin çocukları eğitim aracılığı ile devşirilmiş, çocuklar üzerinden evlere girilmiş ve ideolojik perspektif netleşmişti. İşte bu durumu 28 Şubat’ın eseri olarak tanımlamak doğru değildir. Bu, galiba, gönüllü bir teslimiyetti.
İfade etmeye çalıştığımız 2000’li yıllar, hem insan faktörü hem de zihniyet dünyası bakımından bir iç içe geçmişlik durumu olarak tanımlanabilir. Oysa bu tanım yanlıştır. Fethullahçı kesim en başta belirlenen yalıtılmışlık ve temassızlık ilkesinden asla taviz vermedi. Diğer dini kesimlere mesafesini korudu ama onları her alanda her zaman kullanılacak bir kaynağa dönüştürdü. 2000’li yıllarda farklı alanlarda yükselme başarısı göstermiş iş adamlarının çetelesini tutmuş değiliz, ama merak da etmiyor değiliz, acaba ne kadar karşılıklı bir destek olma durumu yaşandı? Çünkü bugün hâlihazırda yaşanılan ve gelecekte de yaşanılmasından endişe duyulan birçok problemin şifreleri merak ettiğimiz dayanışmaların içinde gizlidir. Yüzlerce ve belki binlerce iş adamı, bürokrat ve siyasetçi Gülen cemaatinin yurt dışı gezilerinde boy gösterdiler. Arşivler bu gezilerin fotoğraflarıyla doludur. Bu iş adamı, bürokrat ve siyasetçi taifesi hâlâ gerçekten ne olduğu konusunda bir fikre sahip değildir. Hâlbuki Fethullahçı yapı, onlar üzerinden olağanüstü bir zihnî bulanıklık meydana getirmiş, farklı canlı türlerinin izlerinin birbirine karışmasını sağlamıştır.
Şimdilerde AK Parti çevresinde yer alıp da geçmişteki davranışları sebebiyle anlamlı bakışlara muhatap olan birçok kimse 17-25 Aralık hadislerinin bir dönüm noktası olması hususunda bir kamuoyu çalışması yürütüyor. Dolayısıyla başta zikrettiğimiz “gecikenler” ve “bekle görcüler”e şimdi de “nadimciler”le “mağdurcular” grubu eklendi. “Nadimciler”le “mağdurcular” Gülen grubu karşısında oluşan duyarlılığı kendi lehlerine çevirebilmek için “taktik” ve “stratejik” manevralar geliştiriyor. Bu, elbette kendini kurtarma ve mümkünse karışan izlerden faydalanarak yeni dönemde de “başarılı olanlar” arasında olma refleksidir.
Oysa Türkiye bir yol ayrımındadır. Tarihinin önemli dönüm noktalarından birini daha yaşamaktadır. Bu dönem gerçekten de bizim kendimiz hakkında, bu ülkenin geleceği hakkında, milletimiz hakkında, coğrafyamız hakkında bir karar aşamasında olduğumuz bir dönemdir. Artık bizim “gecikenler”, “bekle görcüler”, “nadimciler” ve “mağdurcular” arasında sıkışıp kalmamızın bir anlamı yok.