Türkiye’nin cumhuriyetten sonra eski davalarına sınırlı düzeyde ilgi gösterdiği tartışma götürmez bir gerçektir. Kıbrıs ve Balkanlarda Osmanlı bakiyesi Türk-Müslüman varlığının kaderiyle biraz da temkinli bir şekilde ilgilenmiş olmasına rağmen diğer yakın ve uzak coğrafyalarda yaşayan Türk ve Müslümanların sorunlarına sırtını dönmek durumunda kalmıştır. Hatta Türkiye’de bu yönde bir ilginin oluşmaması için belirli bir gayretin varlığından dahi söz edebiliriz. Buna karşın Necmeddin Erbakan gibi birkaç siyasî aktör Türk ve İslâm dünyasıyla ilgilenmekten vazgeçmemiş, yakın ve uzak coğrafyaların liderleri üzerinden Türkiye ile bağların kurulmasına öncülük etmişlerdi. Kuşkusuz Erbakan ve onun gibi görüşlere sahip olanlar II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan acımasız sistemin bir gün yıkılacağını biliyorlardı. Onun için de Türk ve İslam dünyası ile yakın ilişkiler kurmaktan çekinmediler. O zamanlarda kurulan bu ilişkilere çok kimsenin bıyık altından güldüğünü biliyoruz.
II. Dünya Savaşı’ndan sonraki düzen 1990’ların başından itibaren geçerliliğini yitirdi. Bu tarihten sonra geçerli olan yeni sistem ise özellikle Batı Avrupa emperyalizminin aktörleri için ciddî ekonomik sorunlar doğurdu. Farklı bölgesel ve küresel güçlerin bir oyuncu olarak sahada belirleyici olmaya başlamasıyla birlikte Avrupa emperyalizminin geçen yüzyıllarda oluşturduğu sömürü düzeni aynıyla canlandırılamadı. Bu sebeple bugün fakirlik tehlikesi (!) Batı Avrupa emperyalistlerinin ve onların şemsiyesi altında bulunan ülkelerin de kapılarını çalmaya başladı. Artık Batı Avrupa emperyalizminin, Avrupa’nın yükseliş dönemlerinde olduğu gibi yeni ülkeler fethetmek için yollara düşecekleri bir dünyada değiliz. Fakat bu durum Türk ve İslâm dünyası için parlak bir geleceğin varlığına işaret etmiyor. Çünkü Türk ve İslâm dünyasında ileri karakollar Avrupa emperyalizmi adına hareket eden lejyoner birlikleriyle ağzına kadar dolu durumda. Bu lejyoner birlikleri kendi geleceklerini, milletin varlığına aldırış etmeksizin emperyalistlerle birlik olmakta görüyorlar. Fetullah Gülen’in 17-25 Aralık’tan sonra “Londra’ya karşı mücadelede başarılı olamazlar” şeklinde sözler sarf ettiği söylenir. Bu söz içinden geçmekte olduğumuz dönemde Batı emperyalizmi ile mücadelenin ne kadar sert geçeceğini gösteriyor.
Yeni bir dünyanın kurulabilmesi için büyük saldırıların yaşandığı bir dönemin içinden geçiyoruz. Geçen hafta Yeni Şafak’ta yayımlanan bir haber yazısı, Batı Avrupa emperyalizminin yeni dönem saha uygulamalarında takip edeceği yöntemlerin acımasızlığı hakkında yeterince veri sunuyor. İngiltere’nin sahada tatbik edeceği kuralsızlık şu şekilde haberleştirilmiş: “İktidardaki Muhafazakâr Parti’nin yıllık kongresinde açıklanan yeni düzenlemeyle, gelecekteki savaş hâllerinde ya da savaş bölgelerine asker gönderilecekse İngiliz hükümeti Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkı ve özgürlük hakkını düzenleyen ikinci ve beşinci maddelerini askıya alabilecek. Yeni düzenlemeyle hükümet, savaş bölgelerindeki askerlerin, ülkelerine geri dönüşte yargılanma korkusu taşımalarının önüne geçmeyi amaçlıyor.”
İngiltere Başbakanı Theresa May’in bu kararı yorumlayan “Son zamanlarda insan hakları yasalarının askerlere zarar veren iddialara neden olduğunu gördük. Bu da askerlerde endişeye neden oluyor. Askerlerimize zarar veren iddialara neden olan bu endüstriye son vermeliyiz. Savaştıkları zaman ülkemizi savunmak için gerekli olan şeyleri yapabilecekleri konusunda kendilerine güvenmeliler” şeklindeki sözleri yeni dönem emperyalist saldırıların mahiyetini anlamamız açısından önemlidir. Bu cümleler bundan sonraki gayr-i nizamî operasyonların sertlik derecesini gösteriyor. Aynı zamanda yeni bir hâkimiyet mücadelesinin başladığını da bu cümlelerden çıkarabiliriz. Bundan sonra Asya’da, Afrika’da ve Latin Amerika’da tanık olacağımız karışıklıkların habercisi olan bu sözler son derece anlamlıdır.
Türkiye’nin bir devlet olarak yakın ve uzak coğrafyalarımızı bekleyen bu tehlikeler karşısında tetikte olduğunu yapılan açıklamalardan anlamak mümkündür. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın BM Mülteci Zirvesi’nde yaptığı konuşma kamuoyunda ciddî bir yansıma buldu. Doğrusu bu konuşma meydana getirdiği heyecan dalgasını hak ediyordu. Konuşmanın önemini vurgulayan yazılarda bir boyutun dikkatlerden kaçtığını gözlemliyoruz. Erdoğan bu konuşmasında “Milletimle iftihar ediyorum. (…) Şayet bugün karşınızda bulunuyorsam milletimizin işte bu cesur ve asil duruşu sayesindedir.” dedi. Bu cümlenin muhataplarının kimler olduğu hususu önemlidir. Zira bu cümlenin bizi yakından ilgilendiren ülkelerin halkları muhatap alınarak söylendiğini düşünüyoruz. Cümlenin asıl muhatapları kurulda hazır bulunan eşhas değildi.
Uzun bir zamandır dünya beşten büyüktür sloganı ile bütün ülkelere seslenen Erdoğan, aynen Osmanlı’nın son yüzyılında olduğu gibi Batı Avrupa emperyalizmi karşısında millîlik fikrini güçlendirmeye çalışıyor. Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan millet vurgusu, bütün mazlum milletlere hitap etmiş olmaktan kaynaklanıyor. Erdoğan, bizim coğrafyamızın insanlarına millet olmanın önemini anlatmak istemiştir. Onlar istedikleri kadar devirmeye çalışsınlar, bakın ben sizin karşınızda emperyalizme karşı mücadele veren bir lider olarak milletim sayesinde dimdik durmaktayım, demiştir.
Osmanlının son yüzyılında da aydınlar, millet kavramını öne çıkarmışlardı. Onlar da o dönemlerde millet olmanın önemine işaret edip emperyalizme karşı mücadelede kendilerine sağlam bir dayanak noktası oluşturmak istemişlerdi. Bugün de aynı anda bütün coğrafyalarda oluşturulacak direniş hatlarının önemi vurgulanmıştır. Bu da aynı coğrafyada aynı şartlar altında üretilen fikirlerin öz itibarıyla birbirine benzeyeceğini gösteriyor. İmkânlar ve araçlar farklı olduğu için tabiî olarak sonuçlar da farklı olacaktır.
Türkiye’nin son dönem tavrını salt antiemperyalist bir söylem şeklinde sınırlandırmak doğru değildir. Erdoğan’ın konuşmalarıyla billurlaşan durumu siyasî, ekonomik, kültürel ve askerî vesayeti etkisizleştirmek ve tamamıyla ilga etmek şeklinde yorumlayabiliriz.