En sinsi hissimiz

Saadet, huzur, mutluluk… Ve günbegün aforoz ettiğimiz bahtiyarlık var bir de. Biz bahtiyarlığı gündelik kullanımımızın sınırlarının dışına doğru sürükledikçe, sanki o da günbegün bizi terketmede. Tabirlere birer irade yüklememiz mümkünmüş gibi.
Yazık ki sıklıkla birbirlerinin yerine kullandığımızı farketmediğimiz kavramlar…
İnsan kendisini ne vakit mesut hisseder? Kendisini mesut hissettiğini söyleyen kişi, aynı zamanda huzurlu mudur? Yoksa saadet, yapısı gereği muvakkat iken ve çoğun bu vakit de işaret edilebilecek oranda kısa iken huzur, saadetin zıddına daha uzun sürelere yayılabilen, kişinin kendisini öyle hissetmesinin yanında, dışarıdan da görülebilen ve belki bir miktar da bu yüzden, aynı zamanda toplumla da irtibatlandırılabilecek bir mahiyette midir?
Peki ya mutluluk dedikleri his, öbürlerinden hangisi karşılamakta? Nispeten kendine mahsus bir farkı varsa aralarından hangisine daha yakın yahut hangilerinin ne mikyastaki terkibi?
Ve elbette en önemlisi bahtiyarlık ile saadet arasındaki farkı neye bakarak ayırabileceğiz? Sözlüğe mi? TDK’nin çevrimiçi sözlüğünün mutluluk için verdiği karşılıkta öyle bir ibare var ki hakikaten evlere şenlik: “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut.”
Dikkatinizi çekerim, bu tanım insanın mutluluğunu bir çeşit oksimoronik kısırdöngüye dönüştürüyor. Tanımladığı kavramın zıddı değil de eşanlamlısı üzerinden.
Öte yandan, bir kavram mümkün ve muhtemel üzerinden mi tanımlanır yoksa muhal üzerinden mi? Muhali bile kendisine başvurmadan tanımlamıyor muyuz?
Bizim dönemimizin dilbilgisi kitaplarından muhteşem bir isim tanımı geldi aklıma: “Varlıklara ad olan kelimelere isim denir.” Her sözümü merakla dinleyen ilkokul öğretmenime buradaki garabeti anlatmayı başaramamıştım tabii ki. Ortaokul ve lise Türkçe öğretmenlerime de. Kitabı hararetle savunmak dönemin ruhuna daha bir denkti o yıllar.
Gayem, önüne gelenin yerli-yersiz topa tuttuğu bir kurumu eleştirme korosuna katılmak değil elbette ama yine de söylemeden geçemeyeceğim: Bir insanın bütün özlemlerine eksiksiz, üstelik sürekli ulaşması mümkün müdür? Böyle bir şey tasavvur edilebilir mi? İnsanın bu satırları görür-görmez, bu ifadedeki gayrikabilliği handiyse tab’an görmemesi tahayyül edilebilir mi?
İnsan bütün özlemlerine, eksiksiz ve sürekli ulaşacak… Hem de bu dünyada! Hem de hayalde değil hakikatte. Bir insanın bütün ihtiraslarını yaşarken karşılayabilmesi ve ardından da ihtiras duymaktan kurtulması tasavvur edilebilir mi? Demem o ki insan dediğimiz varlık, varsayalım bütün özlemlerine eksiksiz ve sürekli bir şekilde ulaştı ve sözlüğün ifade ettiği gibi “kıvanç duydu”. İyi de, insan dediğimiz bu varlığın, bu kıvanç duyma durumunda bile insaniyeti gereği, o kıvanç duyma durumuna ulaşır-ulaşmaz hemencecik yeni özlemler peydahlamasını hesaba katmak çok mu zor?
Yoksa sözlük yazarının yahut heyetinin gözünde mutluluk, insanın hayatı boyunca bir kerecik bile hissedemeyeceği tasavvuri bir hâl mi kabul ediliyor? Öyleyse bu kabul, daha belirgin bir biçimde tanımda niçin ifade edilmemiş?
Bana sorarsanız ister mutluluk deyin adına, ister başka bir şey, farketmez; tanımlanmaya çalışılan bu durum ulaşmakla veya kavuşmakla ilgili değil.
Saadet, ihtirasların maksadı hâsıl edeceği miktarda dizginlenebilmesiyle sadece içeride filizlenip neşvü nema bulan ve dışarıya bahtiyarlık kılığıyla tezahür eden bir ruhi itminan hâli. Öte yandan biliyoruz ki ihtiraslarımız, ihtiyarlamamızla azalsa bile, o can o tende durduğu müddetçe kendi varlığını dayatan, çoğu durumda benliğimizi bütünüyle kuşatan kudrette.
Galiba bir tek ihtiraslarımızı tanımaya çalıştıkça insanlaşma gayretimizde belirli bir mesafe katetmemiz kabil.
İhtiraslarımızın bütün benliğimizi kuşattığını ve içeriye ışık sızmamacasına ruhumuzu kararttığını, en çok ne vakit farkedemeyiz biliyor musunuz? Tanrımızla aramızı kavileştirdiğimize kanaat getirdiğimizde! Çünkü tanrının inayetini hakkettiğini zannetme, en sinsi hissimizin en çok başvurduğu hilelerden.
TDK’nın Sözlük’ünden mutluluğun tanımında “bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu” değil, tersine bu özlemleri asgariye indirmekten ve vakti zamanı geldiğinde onlardan da kurtulmaktan geçtiğini de yazmasını beklemiyorum elbette. Ne ki meselenin şurasını da ihmal etmemek şart: İnsan bir özlemini, ona kavuşmadan veya ona yakınlaşmadan terkedebilir mi? Diyelim ki terketti, bu özlemin, o gizli ihtirasın derinlerdeki boşluğunu ne ile ve nasıl kapatacak? İnsan bu durumda aslında o özlemini bir başkasıyla değiştirmekten başka bir şey yapmış sayılabilir mi?
Peki, ihtiraslarımızı gemlediğimizde derinlerimizde saklı hangi hislerimize farketmeden kapı aralıyoruz? Nefsimizin hangi tarafı bu durumda eldeki bulgur konumuna geçmekte?
İfadesi kolay, ifası zorların zoru…
Anladığım kadarıyla saadet kavuşmakla veya ulaşmakla değil, vazgeçmekle mümkün; terketmekle. Derinlerde pusu kurmuş ihtirasları bir bir farketmekle; peşisıra da ipliklerini pazara sürmekle. İlkin sınırsız ihtiyaçları sınırlamakla, ardından da sınırlananlarla teker teker hesaplaşmakla. Yaşadığımız hayatın gayesini insanlaşmak diye özetleyebilirsek, belhüm adâllikten eşrefi mahlûkatlığa tekâmül yolunun belirleyici adımı, benliğimizin en derinlerine gizlenmiş ve sinsice pusuya yatmış ihtiraslarımızı tanımak. İnsanlaşmak dediğimiz bu maceranın gerisini ise ihtiraslarımızla hesaplaşmak belirliyor galiba.
Biz zamane Müslümanlarının kendilerine her daim sormaları gerektiği hâlde sürekli ertelemeyi tercih ettiği soru: Ben mümin miyim?
Öyle ya, yaşadığımız hâl gereği ve iddiamız doğrultusunda Müslümanız; şükür ki. İyi ama ne kadar müminiz? Farkında mıyız? Kabullenmekte direniyoruz ama yürürlükteki Müslümanlık kabulümüz, müminliği kuşandığımız yanılsamasını doğurmakta. Bize hiç sezdirtmeden.
Bütün öbür hususiyetlerinin yanında hakiki manâsıyla iman etmek, öbür anlam katmanlarının yanında, kendi nefsinden olsun ihtiraslarını gizlememeyi göze alabilmek demek kanısındayım.