Peyami Safa’nın yeni tanıştığı birinin kıratını ölçmek için başvurduğu bir yöntem vardı. Muhatabına üç basit soru sorar, aldığı karşılığa göre de o kişiyi şaşmaz bir teraziyle ölçtüğünü varsayardı. Bu üç sorudan bizi ilgilendireni alfabeyle ilgiliydi: “Yeni harfleri nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nun müellifi elbette ki şimdilerde bolca gördüğümüz gibi bu soruya verilen cevap üzerinden siyasi bir niyet okumasına girişmez, tersine, düpedüz muhatabının zevk düzeyini ve estetik anlayışını ölçmek isterdi sadece. Ve yine elbette aldığı cevaptan hareketle muhatabıyla ilişkisinin niteliğini tayin ederdi. Hele hele yeni harflerin pratikliğinden, yazmayı ne kadar kolaylaştırdığından bahsedenlere yönelttiği örtük alaycı bakışı, çoğunlukla karşısındaki farketmezdi bile. Fakat yüzüne bir daha kolay kolay bakmadığı kişiler başkaydı: Yeni harflerin yazıldığı gibi okunduğunu ve okunduğu gibi yazıldığını savunanları.
Daha ilkokul ikide bize dünyanın en büyük hakikatiymişçesine belletilen bir mütearifeydi bu. Bizim alfabemizi dünyanın en iyi ve en güzel alfabesi hâline getiren özelliği.
Ellibeşte Kaç Farklı E Vardır?
Tekrar edile edile öylesine beynimize kazınmıştı ki bu özellik, doğruluğunu-yanlışlığını sorgulama ihtiyacı hissetmezdik bile. Gelgelelim, kazın ayağı öyle değildi.
Kelebek kelimesini ele alalım. Bu kelimenin ilk hecesindeki e ile ikinci ve üçüncü hecesindeki e arasında ses farkı var mı, yok mu? Hani okunduğu gibi yazılıyordu bu dil? Peki, kelebek netameli bir kelime diyelim; elli beş’i ele alalım. TDK’nın şimdilerde iki ayrı kelimeymiş gibi yazmamızı istediği bu örnekteki ilk e ile ikinci e‘nin seslendirilmesinde fark yok mu? Madem var, madem Türkçe okunduğu gibi yazılan bir dildi, o hâlde bu iki e‘yi ayrı ayrı yazmamız gerekmiyor mu?
Doğrusunu söylemek gerekirse her alfabede o dilde konuşulan bütün seslerin birebir yansıtılabildiğini söylemek zor. Ne ki o diller de bizim iddiamızı dillendirmiyorlar zaten. İlk zamanlarda ısrarla Türk harfleri diye dayatılan Lâtin harflerinin Türkçe’deki bütün sesleri, hem özbeöz Türkçe, hem de Türkçe’ye başka dillerden girmiş, Türkçeleşmiş veya yabancığını koruyan kelimelerdeki bütün sesleri doğru işaret edebilmesini beklemek aslında haksızlık. Buna gerek olup olmadığı da ayrı mesele. Çünkü o zaman da her ses için yeni bir harf kullanılması zorunluluğu ortaya çıkardı. Bu da birkaç yüz harflik alfabe demekti ve elbette kullanışlı olmazdı.
Yazıldığı gibi mi okunur, okunduğu gibi mi yazılır?
Bu yazıldığı gibi okunma, okunduğu gibi yazılma meselesinin uygulamada tökezleme, ilginçtir, en çok da kimi özel isimlerin yazılmasında ve telâffuzunda ortaya çıkmakta. Aslında İslâm dünyasıyla ortak kültürümüzün parçası birçok özel isim, günümüzde ya yanlış yazılmakta veya yanlış okunmakta. Yusuf el-Karadavi sanırım en çok bilinen örneklerden biri. Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı Mısırlı Karadavi, ülkemizde yıllarca Kardavi diye tanıtıldı. Belli ki bu yanlışlığın birincil sebebi, Arapça ve Farsça eğitiminin lise müfredatımızdan kaldırılması.
Bu çoraklaştırma ameliyesi sonrasında çoğu Türkçeleşmiş bu isimler Türkçe’de doğru yazılamadığı gibi, aynısı bizde hâlen kullanılan isimleri yazarken de birçok yanlışlıklara sebep olmakta. Ussain ile Hüseyin, Anuavr ile Enver, Brahem ile İbrahim arasında mağrib ile maşrık kadar fark var sonuçta.
Ve asıl traji-komik durum bu isimlerin telâffuzunda ortaya çıkmakta. Büyük Türk entellektüellerimizin kahir ekseriyeti ünlü İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin adını, tıpkı batılılar gibi Majid Majidi yazmaktan çekinmez. Ve asıl komedi elbette bu adı okurken ortaya çıkmakta. Hâlbuki bildiği, tanıdığı Mecit‘den başkası değil ki o isim.
Ne yazık ki ortak kültür havzasını paylaştığımız bu iki dilden bize gelen isimler, Lâtin harfleriyle yazıldığında tuhaf bir başkalaşıma uğramakta, okuyan için de telâffuz eden için de tanınmaz hâle gelmekte.
Yerli Oryantalistlik Bu
İşin daha çarpıcı yönüne gelelim dilerseniz. Hangi dil yazıldığı gibi okunmaz ve okunduğu gibi yazılmaz ki? Yani zaten alfabe dediğimiz işaret dizgesi, o dili konuşan insanların çıkardıkları temel sesleri temsil eden, kimileyin hecelere de tekâbül eden bir sistematik değil mi zaten? Lâtin alfabesini kullanan değişik dilleri gözümüzün önüne getirelim. Hepsi de hangi harfe veya harf grubuna hangi sesi denk getiriyorsa ona göre yazmıyor ve ona göre okumuyor mu zaten.
Demek ki Lâtin alfabesiyle Arap ve Fars isimlerini yazarken, kendi dillerinde nasıl okunuyorlarsa aynen öyle Lâtin harfleriyle yazmak en doğrusu. Başka bir ifadeyle Lâtin harflerini kullanıyoruz diye İngilizler, Amerikalılar veya Fransızlar gibi değil, Türkçe’de nasıl telâffuz ediyorsak öyle yazmalıyız özel isimleri; elbette hassaten İslâm dünyasının ortak isimlerini.
Niçin böyle yapmalıyız? Çünkü o ismin telâffuzuna sadık kalmayı önemsemeliyiz. Kural şu: O insanlar kendi dillerinde, kendi adlarını nasıl söylüyorlar, nasıl telâffuz ediyorlarsa Lâtin harflerinin tanıdığı olanak çerçevesinde Türkçe’de de öyle telâffuz edilecek biçimde yazmak!
Burası önemli. Çünkü dikkat ederseniz, bu söylediğimin tıpkısını Lâtin harflerini kullanan Avrupalılar da aynen böyle yapıyor. Evet, aynen böyle. Hem daha ilgincini söyleyeyim; aynı alfabeyi kullandıkları hâlde, her Avrupalı, kendi kültürünün dışındaki isimleri, kendi dilinin özelliğine göre farklı farklı yazabilmekte. Çok ünlü bir örneği anımsatmak isterim. Kaddafi’nin Batı ülkelerinde 200’ü aşkın yazılışı var. Evet, ikiyüzü aşkın.
Arafat’ın Adı Neydi?
Başka bir örneği de dilerseniz hepimizin bildiği bir isimden hareketle vereyim. Ünlü Arafat meselesi…
Bildiğiniz gibi ülkemizde herkes Filistin davasıyla özdeşleşen bu adamcağızın adını Yaser Arafat diye bilir. Öyle yazar ve okur. Çünkü Türkçe yazıldığı gibi okunan, okunduğu gibi yazılan…
Hâlbuki Araplar’da Yaser diye bir ad yok; Yasir var. Fakat ne yazık ki bu isim dilimize, ortak kültürümüzü yeterince bilmeyen ve o kültürü kendi değeri açısından önemsemeyen Cumhuriyet aydını üzerinden, yani böylesi incelikleri önemsemeyen kişiler tarafından, İngilizce yazılışı aynen alınarak, aslında biraz da ucuzcu bir gayretkeşlikle aktarıldığı için, hâlen daha yanlış yazılmaya devam etmekte. Sanırım öyle de devam edecek. Çünkü ülkemizde Arafat’tan, davasından ve şahsiyetinden etkilenen ebeveynler çocuklarına onun adını veriyor. Elbette Yasir diye değil, herkesin bildiği ve telâffuz ettiği gibi Yaser diye… Çünkü Türkçe yazıldığı gibi…
Üzücü husus şurası: Aslında batılılar, bu adı Yaser diye yazıyor ama Yasir diye okumaya çalışıyor; tam başaramasa da. Çünkü dilleri farklı bütün batılılar, kendilerine yabancı kültürleri, kendi dillerinin olanakları çerçevesinde ama aslına sadık/yakın bir biçimde söylemeye ve ona göre yazmaya çalışıyor.
Okunduğu Gibi Yazmak Mı Demiştiniz?
Biz de aynısını yapmalıyız elbette. Yani Lâtin harflerine biz nasıl bir okunuş değeri vermişsek, başka kültürleri de ona göre ama aslındaki telâffuzuna sadık kalarak yazmalıyız.
Artık mevzuu toparlamaya çalışalım:
Kültürümüzde zaten yer etmiş isimleri, hangi Lâtin harfli batı dilinde nasıl yazılırsa yazılsın, ona bakmaksızın, biz nasıl telâffuz ediyorsak öyle yazmak zorunluluğundayız. Bunu o kültürlere saygımızdan dolayı değil yalnızca, daha çok Türkçemizi korumak için böyle yapmalıyız. Dikkat edersek, her farklı batılı da kendi dili içerisinde aynısını yapıyor zaten.
Demek ki Ahmed’i Ahmad, Muhammed’i Mohamad/Mohammad diye yazmamalıyız. Şakire’yi de Shakira…
Üstelik bir ismin Türkçe’de nasıl yazılacağının kararına, o dilden hareketle karar vermeliyiz; aynı alfabeyi kullanıyoruz diye İngilizcesi üzerinden değil.
***
Şikago mu, Chicago mu? İşte Bütün Mesele Bu
Türk alfabesi adı altında Lâtin harflerine geçildiği dönemde yalnızca batı dışı toplumlardan gelen isimler değil, batıdan gelen isimler de bambaşka ve elbette Türkçe’yi koruyacak bir biçimde yazılırdı. Eski TDK İmlâ Kılavuzları’nda da da aynen böyle kurallaştırılmıştı. İsimler, dünyanın hangi kültüründen gelirse gelsin, kendi dilindeki yazılışıyla değil, Türkçe’deki okunuşuyla yazılırdı ve bu ismin yabancı dilden geldiğini vurgulamak için de o kelime parantez içine alınırdı.
Örneğin ilk dönemlerinde Türk Dil Kurumu, Amerika’daki o kentin adını Chicago olarak değil, aynen şöyle yazardı: (Şikago)… Dikkat buyurunuz, bu kentin adını biz hâlâ İngilizcesine uyarak değil, kurumun önerdiği biçimiyle yazmaya devam ediyoruz.
Ne yazık ki bu kuralı tamamıyla unuttuk.
***
Çaykovski’nizi Nasıl Alırdınız?
Aslında yabancı isimleri Lâtin harfleriyle Türkçe yazmaya kalkarken yalnızca İslâm kültüründeki ortak isimlerde sıkıntı yaşamıyoruz. Batılı özel isimleri Lâtin harfleriyle yazarken de birçok çelişik durumla karşılaşırız. Örnek mi? Çaykovski!
Nasıl yazacağız bu ismi? Çaykovsky mi, Çaykovski mi?
Aslında benzer karışıklık hepsi Lâtin alfabesi kullanan batılılar için de geçerli. Aşağıdaki tabloda bu ünlü Rus bestecinin isminin yazılışlarından bazı örneklere bir göz atmak yeterli.
İngilizce : Tchaikovsky
Fransızca : Tchaïkovski
Almanca : Tschaikowsky
Macarca : Csajkovszkij
Çekçe : Čajkovskij
Danca : Tjajkovskij
***
Kendi Ülkesinin Yabancısı Olmak
Çok iyi bildiğimiz bu isimleri batılılar gibi yazmamız gerektiğini savunanların en temel gerekçeleri şu: “Hadi diyelim Ahmad‘ı Ahmet olarak yazdık, peki ya Dhakwan gibi bir ismi nasıl yazacağız?”
Kuşkusuz makul bir soru. Çünkü bu soruyu soran kişiden Zekvan bin Abdülkays’ı bilmesini bekleyemeyiz elbette. Ama hani yeni alfabemizin o muhteşem özelliğini tam burada aklımıza getirsek: okunduğu gibi yazılan…
Türkçe’ye girmiş bu özel isimlerin Lâtin harfleriyle yazılırken, isim sahiplerinin tercih ettiği yazılışla değil de, Lâtin harfleriyle ama Türkçe yazılmasına getirilen şiddetli bir itiraz var: “Bu bir tercüme faaliyetidir. Hâlbuki özel isimler tercüme edilmez.”
Elbette özel isimler tercüme edilmez. Ama zaten yapılan bir tercüme midir yoksa başka bir şey mi? Ne gibi mi? Kendi kültürüne yabancılaşmanın doğurduğu oryantalistik yanılsamayı aşma gayreti desek, epeyce fiyakalı bir ada ulaşırız.
Bu iddiadaki oryantalistik çürümeye, zaten doğru olanın Ahmet değil, Ahmad olduğunun şaşmaz inancının vahametine hiç işaret bile etmeye değmez tabii ki. Bin yılı aşkın süredir içinde yaşadığımız zihin ortamından koparılmışlığın doğurduğu gayritabiiliği bundan daha kuvvetli ne resmedebilir ki? İnsanımız kıble olarak kendisine Greenwich’i tayin etmeyegörsün. Peki bu yapılanın Arapları veya İranlılar’ı Türkleştirmek’le uzaktan-yakından ilgisi yok elbette. Yapmaya çalışılan şey, bu iki dilden bizim zaten kullanmaya devam ettiğimiz isimleri, ortak alfabeyi kullandığımız Avrupalılar gibi değil, Türkçe’ye uygun biçimde ve Türkler gibi yazıp okumak.