Eleştiride Nesnellik ve Hüseyin Cöntürk

Nesnel bir eleştiri anlayışının yerli temellerini atmak için bundan 50 küsur yıl önce kolları sıvayan ama fincancı katırlarını ürküttüğü için adı yok sayılan Hüseyin Cöntürk, hâlâ keşfedilmeyi bekliyor.

Türkiye’de edebiyat ve sanat üzerine bir şeyler söylendiği her ortamda söz dönüp dolaşıp şu ifadeye gelir: Türkiye’de eleştirmen yok.

Haksız ya da yanlış bir tespit değil bu. Hatta, eleştirmen olmadığı, bir eleştiri anlayışı oluşmadığı için, iyi edebiyat, iyi sanat ürünleri de yok, dense yeridir. Ülkemizde, edebiyatta ve sanatın öteki dallarında gözlemlenemeyen ‘kalite’nin oluşması için gerekli birincil öğe, sanatı ve sanatçıyı yönlendirebilecek denli güçlü eleştiri anlayışının ve böylesi eleştiri anlayışından güç alan eleştirmenlerin varlığı.

Hâlbuki biz bugün, eleştirinin olmayışının çok acı sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Yapay pohpohlama ya da kimileyin acımasız ve haksız karalama, bazen de bile isteye görmezden gelme uygulamaları, ülkemizde sanat adına kayda değer anlayışların ortaya çıkışını, gelenek ve anlayışların kök salışını ciddi biçimde engellemekte. Kimi bireysel çıkışların da önü tıkanmakta aynı uygulamalar yüzünden.

Bir İstisna, Bir Âdeme Mahkûmiyet

Her nedense birilerinin tayin ettiği isimler, sürekli, bıkmadan usanmadan gündeme alınır ve okurun, sanatseverin önüne sürülür. Böyle bir ortamda genç ve yetenekli sanatçının, eğer söz konusu kastla bir ilişiği yoksa bir biçimiyle o kudret simsarlarına kancayı atamamışsa kaderi, ya sanatından taviz vererek piyasa şartlarına uyma ya da silinip gitme olur.

Peki, hiç mi istisnası yok bunun? Gerçekten de bu topraklara hiç mi uğramadı bir eleştirmenin nefesi? Hiç mi Batılı anlamda bir eleştiri anlayışının temelleri atılmaya çalışılmadı?

Evet, bir istisnası var. Ama ne Nurullah Ataç bu istisna, ne de Tahsin Yücel. Bedrettin Cömert mi? Ne yazık ki o da değil. Adı sanı anılmayan, unutulan, unutturulan, görmezden gelinen, yazdığı onca kitap, yaptığı bunca iş varken bir biçimiyle o malûm sanat-edebiyat kastının işine gelmediği için bütün varidatı gözardı edilen biri bu. O yüzden de anımsanmaması yadırganacak bir şey değil.

Belki de yadırganması gereken, gündemde hiç yer almayan böyle bir ismi edebiyat ve sanat alanında yeniden anımsatma çabası.

Cöntürk’ün bu denli önemli biri olmasının da, yok sayılmasının da sebebi aynı: Türkiye’de nesnel eleştiri anlayışı üzerine görüşleri ve bu görüşlere dayanan uygulamalarının fincancı katırlarını ürkütmesi. Türk Edebiyatı’nın eleştirel bir düzlemde yeniden ele alınması ve bir bütünleştirme anlayışı içerisinde kurallaştırılması, sürgit devam eden öznel yargılar yerine nesnel temellere oturtulması, Cöntürk’ün amaçladığı biricik hedefti. Bu uğurda yazdığı yazılar, çıkardığı dergiler ve hayli önemli eserleriyle son derece ciddi bir boşluğu hedefleyen çalışmalarıyla Cöntürk, Türk eleştiri anlayışının temellerini atmayı denedi.

Gerçi bu temeller, İngiliz-Amerikan Yeni Eleştiri anlayışında varolan yöntemlere dayanmıyor değildi ama Cöntürk’ü bugün bile önemli kılan, bu eleştiri anlayışını olduğu gibi alma yerine Türk edebiyat ve sanat anlayışına uyarlamadaki başarısıydı. Türkiye’ye özgü duyarlılığın hesaba katıldığı bu çalışmalardan ilki ‘Eleştirmeden Önce’ 1958’de çıktığında, önce ciddi bir kabulle benimsenmedi değil. Fakat Cöntürk’ün asıl yapmak istediği netleştikçe bu kabul yerini önce redde, peşinden görmezden gelmeye, ardından da yok sayılmaya bıraktı. Yine de Cöntürk 1970’lere kadar eserini vermiş ve görevini yerine getirmişti. Ta ki yeniden keşfedilinceye kadar.

* **

Hüseyin Cöntürk’ü Hatırlamak

1918’de İzmir’de doğan, ilk ve orta öğrenimini aynı yerde tamamlayan Cöntürk, 1941 yılında İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun olur. Mesleğini ta 1986’da emekli olana değin sürdürür. Fakat onu kimilerine göre üzeri örtülmesi gereken biri yapan tabii ki bu yönü değil. 1952’de yol hidrolojisi eğitimi almak üzere 10 ay süreyle gittiği ABD’de ilgilendiği eleştiri çalışmalarının, 1955 sonrasında yazıya dökülmesi, Cöntürk’ün bugün bile ışık sızmayan karanlıklara hapsedilmesini gerektirir.

Varlık, Yeditepe, Salkım, Pazar Postası, a, Yenilik, Türk Dili gibi dergilerde çıkan ilk yazılarından itibaren dikkatleri çekmeye başlar ama bu dikkatlerde yoğun miktarda husumet yer alır. Bu dönem yazılarını Eleştirmeden Önce‘de (1958, Ankara, kendi yayını) ve Çağının Şairi (1960, a Dergisi) adıyla yayımlar. Eleştirmeden Önce, Cöntürk’ün eleştiri kuramını, Çağının Şairi ise şiir kuramını ortaya koyduğu kitapları. Birçok önemli yazısı hâlâ bir araya getirilmeden dergilerde kalmış.

Öznel eleştiriye karşı nesnel eleştiriyi savunan, İngiliz-Amerikan Yeni Eleştiri okulunun eleştiri yöntemini kendisine göre sentezleyerek uygulayan Cöntürk, Asım Bezirci ile birlikte Turgut Uyar-Edip Cansever (1961, de Yayınları) ve Günlerin Götürdüğü Getirdiği (1962, Ataç Kitabevi) başlıklı iki kitap yayımlar.

1963 yılında Turgut Uyar ve Asım Bezirci ile birlikte Ankara’da Dönem dergisini kurar. 21 sayı süren derginin ilk 9 sayısını yöneten Cöntürk, bir sonra Behçet Necatigil ve Edip Cansever Üstüne (1964) adlı bir başka şiir incelemesi yayımlar. Cöntürk’ün ayrıca “Şairler Sözlüğü” ve “Eleştiri Sözlüğü” gibi kitaplaşmamış çalışmaları da var. Dönem’i devrettikten sonra, eleştiri ağırlıklı bir dergi olan Yordam‘ı çıkarır. Yordam‘ın kapanışının ardından yayın hayatından çekilen Cöntürk, 1970-1986 yılları arasında edebiyatla ilgilenmeyi bırakır. Cöntürk, kitaplarını yeniden yayımlamayıp dergilerle söyleşi yapmasa da, her ne kadar fotoğraf ve biyografik bilgiler vermekten kaçınıp yayıma mesafeli dursa da, Ankara’daki edebiyat çevreleriyle görüşmeyi, eleştiri üzerine sohbet etmeyi; çalışmayı ve yazmayı vefatına değin sürdürür.

***

Bir Osmanlı Sancağı Kudüs

Hâlâ Meraklısını Bekliyor

Kültür-sanat âlemimizin bence zaaflarından biri de kitabın bir tek yenisine iltifat etmek…

Sözünü edeceğim kitap bu türden.

Dror Ze’evi’nin “Kudüs: 17. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağında Toplum ve Ekonomi” adlı kitabı Tarih ve Yurt Vakfı’nca 2000’de yayınlandı. Kitap, sadece üç büyük dinin kutsal kenti Kudüs’le ilgili değil, Osmanlı Devleti’nin genel yapısı hakkında da bilgi verir nitelikte.

Falih Rıfkı Atay, Osmanlı Devleti’nin son günlerini anlattığı Zeytindağı adlı kitabında Kudüs’ten bahsederken üç dinin de kutsal saydığı bu şehirdeki Osmanlı varlığını şöyle özetler: “Kamâme kilisesinin Hıristiyan milletler arasında taksim edilmiş olduğunu bilirsiniz. İçerisinin her parçası ve bütün kilisenin her hizmeti bir başka cemaatindir. Bu cemaatler yalnız anahtarı pay edememişlerdi. Onun için Kamâme anahtarı bir hocanın elindedir. Bütün bu kıtalarda biz işte bu hocanın vazifesini yapıyoruz.” Atay’ın, bir gazeteci olarak yıkılmasına şahitlik ettiği Osmanlı Devleti, 400 yıla yakın bir süre bölgede şüphesiz anahtardan çok daha fazlasına sahip oldu. Bir İsrail üniversitesinde görevli olan akademisyen Dror Ze’evi, 17. yüzyıldaki Kudüs’ü dünyanın dört bir köşesindeki arşiv ve kütüphanelerden yararlanarak inceliyor sözkonusu kitapta.

Duvarın Her Türlüsü

Weber’den beri Batı sosyolojisinin şehirleri ele alışı klâsik ‘Doğu sorunu’ şablonlarından koparılamayacak bir çalışmalar yığını oluşturdu. Batı’da formüle edilen bir kavram olarak tanımlanan Doğu da, zaten her veçhesiyle ‘Doğu sorunundan’ ayrı tutulamaz. Bu bakımdan Hıristiyan hacı adaylarının gözlem notlarına dayanan ilk oryantalist çalışmalardan itibaren Kudüs, dikkatle incelenmesi gereken bir örnektir.

Weber ve pek çok ardılı, ‘kent’in Batılı bir kavram olduğunu ve Batı’yla sınırlı olabileceğini savunur. Bu yargı öylesine uç noktaya vardırılır ki İslâm kentleri tarihçisi Ira Lapidus, Doğu’da kent yerine “sadece bir caddeler ve sokaklar yığını” bulunduğunu iddia eder. Ona göre Doğu’da kent yerine “hiçbir toplumsal gövdeye karşılık gelmeyen bir coğrafi tesadüf söz konusu”dur.

Ze’evi, kuruluşu ve genel plânının şekillenişi bakımından İslâmiyet’ten eski olmasına rağmen Kudüs’ü bir İslâm kenti olarak tanımlıyor: “Kudüs, İslâm uygarlıklarının kendi özel şehir türleri ve kendi özel cemaat tipleri oluşturmayı başardıklarını gösterir.”

Bu farklı perspektifi yakalamasında zannediyorum ki onun Kudüs Şerʻi Mahkemesi’nde çalışmasının etkisi var. “Şerʻi mahkemede çalışmanın en alışılmadık yanı, burasının bir arşiv olmamasıydı. Bizler işlemekte olan bir mahkemede çalışıyorduk. Bu deneyim bana, araştırmam hakkında, bu kitapta titizlikle bir araya getirilmiş malzemeden çok daha fazla şey öğretti.”

Yükselme ve Gerileme Palavrası

Kudüs ne İstanbul’a yakın bir şehirdi, ne de bir sınır boyuydu. Bütün kutsallığına rağmen tipik bir Osmanlı sancağı olan şehir, 17. yüzyıl boyunca herhangi bir savaşa veya isyana sahne olmasa da, 1703’te yaşanan isyan dipten dibe bazı kaynamaların olduğunu teyit ettiriyor. Bütün bunlar Osmanlı’yı anlamak için Kudüs’ün niçin önemli olduğunu daha iyi ortaya koyuyor hiç şüphesiz.

“Kudüs’ün tarihini göz önüne aldığımızda, Osmanlı ‘tarih yazımında’ baskın, yükselme ve gerileme paradigmasının, Osmanlı taşra tarihini yorumlama çabamızda bize yardımcı olmayacağını söyleyebiliriz. Bu paradigmanın yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nu birbiri ardına gelen merkezileşme ve âdemi merkezileşme döngüleri içinde gören paradigmayı koyan teoriler, 17. yüzyıldaki olaylar ve süreçleri daha doğru yorumlayabilme gücüne sahiptir.” diyen Ze’evi, bir tarihçi olarak Kudüs çerçevesinde Doğu’ya ve İslâm’a, standart eski oryantalistlerin at gözlüklerinden bakmakla yetinmediği için kitabı ayrıca tartışmaya değer.