Coğrafyamızın en dipsiz kuyu meselelerinden biri de hiç şüphesiz “eğitim” konusudur. 19. yüzyıldan beri her türlü oryantalist (şarkiyatçı) merceğin “göz kamaştırıcı” ve bir o kadar da fiyakalı yansımaları sonucu bu toprakların sakinlerinin ekseriyeti batının eğitim anlayış ve modellerine karşın derin bir saygı ve hayranlık beslemektedir.
Son 16 yılda sürekli olarak mevcut iktidarı cendereye alıp, ketenpereye getirip “ha şimdi şeriatı getirecekler, az kaldı” diye gerim gerim gerenler, seyrettikleri “opera” sanatına bile saygı duymayıp orayı siyasî bir şova çevirip, kendi bedbin sesleri ile yuhalama librettosu haykırmaktan imtina etmezler.
Oysa yere göğe sığdıramadıkları Wagner-Nietzsche-Salome üçgenleri basbayağı 3. sayfa bayatlığında bir aşk üçgeni kumpasıdır ama onlara sorsan bu üçlü sanat ve felsefenin doruklarındadır.
DIŞARIDA EĞİTİM ALMA KOMPLEKSİ
Aynı kafa yapısı İngiltere’nin ne kadar “gerici”, çaptan düşmüş okulu varsa eğitim konusunda bu kurumları tartışmasız üstün kabul eder.
Yurt dışında eğitim almayı, Osmanlı’nın Mecidiye nişanından daha üstün bir şey gibi zannederler.
İngiltere’ye dil eğitimi için gönderdikleri bebelerinin yaz tatillerini zehir ederler.
25 yıldır İngilizce eğitim alan ve verenler ile türlü katman ve seviyelerde ilişkimiz oldu ve olmakta… Şunu kesin olarak ifade edebiliriz ki, İngiltere’ye “konuşma” pratiği yapsın diye gönderilen öğrenciler hiçbir ilerleme sağlamadan dönerler ama kimse, ne öğrencinin kendisi, ne de hamamböcekli öğrenci yurduna binlerce sterlin bayılan ebeviyeni bu gerçeği kabul etmek istemez, bundan çekinir.
İNGİLİZ TABELALARI VE BAĞLANTISIZ DEMİRYOLLARI
Oysa İngiliz aklı çok iyi ayarlamıştır, bu mevzuyu bile. 19. yüz yılda Caddeî Kebir ecnebi lisanlı tabelalar ile donatılırken, bu meseleye onlar kafa patlatmıştır, biz değil!
Sanki marmelatlı çörek satan bir dükkânın tabelası İngilizce veya Fransızca olsa ne yazar o zamanlar?
O zamanlar ki, İngiliz aklı tüm Mısır’ı, ardından tüm Sudan’ı demiryolları ile donatmış. Ama iş iki ülke arasındaki hattı “bağlamaya” gelince bundan vazgeçmişler. Zira dertleri Sudan ile Mısır’ın arasında bir demiryolu münasebeti olmasın, iki ülke İngilizlerden bağımsız kendi aralarında iletişim kurmasın.
AŞAĞILIK DUYGUNUN ESİRLERİ
İşte onlar böyle ince hesaplar yaparken, aynı yıllarda Pera’nın sanat âşıkları daha o günlerden şu günlerde “Opera bizimdir, bizim kalacak yuhhh” diye bağıranların aşağılık kompleskleri daha gürbüz olsun diye tohumlarını ona göre ekiyordu.
Demiryolları üzerinden iki ülkenin iletişim kurmasını istemeyen aynı akıl, size kendi dilini öğretirken nasıl bir şeytanlık düşünür?
İngiliz dil eğitim tornasından geçenlerde istisnasız hep şunu gözledik: Öğrenci kendisine anlatılanı çok iyi anlıyor, dinleme ve okuduğunu anlama çok gelişmiş ama kendini ifade etme çok zayıf.
Çünkü istenilen zaten bu : Tüm dünya ülkeleri İngilizce bilsin ama kendilerini anlayacak şekilde. Bir Sudanlı, bir Türk veya bir Yunanlı aynı dili kullanarak birbirleri aralarında iletişim kurmasın!
Eğitim sosyolojisinin temelinde böyle emperyal düzenbazlıklar olduğu için, günümüzde Milli Eğitim’in alacağı bütün önlemler güdük/kadük kalacaktır.
SİLKELENMEDEN OLMAZ
Tümden bir “silkelenme” yaşanmadığı sürece batıdan ithal bütün kavramlar, ne kadar “ekstrem”, ne kadar “beyhude” olursa olsun her zaman bu coğrafyada bir karşılık bulacaktır.
Milli Eğitim’in bu aralar pervasızca “Transhumanism” gibi aleni faşist akımları “futuristik” ve dolayısıyla “muteber” bulmalarına şaşmamak gerek.
KÜLTÜR-SANAT MAFYASI…
Bu sadece bir batı hayranlığı değil.
Turistik anlamda veya salt estetik kaygılar ile bir Avrupa şehri çok beğenilebilir. Veya cidden çağını aşmış, yıllanmış bir sanat eseri, etrafımızı kuşatmış cıvık-nevrotik-arabesk kültür numuneleri arasında çölde vaha gibi değerlendirilebilir.
Ancak Milli Eğitim veya siyasî veya toplumun kanayan yaraları ile ilgili hukuki meselelerde, kör ve bağnaz bir şekilde sürekli batıdan, yangından mal kaçırır gibi “ithal” etme saplantısına girmek, bu coğrafyanın kodları ile tehlikeli bir şekilde oynamaktır.
Aynı eğitim sorunu sadece Milli Eğitim seviyesinde sorun teşkil etmiyor. Üniversitlerin sosyoloji bölümü öğrencileri Frankfurt okulunu yere göğe sığdıramadan mezun vermiyor. İletişim ve gazetecilik bölümü öğrencilerimiz BBC’yi dünyanın en tarafsız basın kuruluşu zannediyor.
Bu zihniyetin köşe bekçileri ise, ülkemizin Kültür-Sanat “yollarını” ellerinde tutan “mafyavari” bir yapı.
AK PARTİ’DEN NEDEN NEFRET EDİYORLAR?
Bu Kültür-Sanat mafyasının merkezi İstanbul’dur ve temel hedefleri muassır medeniyetlere yakışan ve içinde yaşadıkları toplumun tarihsel ve coğrafi mirası ile beslenen bir kültür üretiminden ziyade, sürekli kendi şizofren yalnızlıkları ile içinden çıktıkları toplumun değerlerine saldırırlar.
Mafyalaştıkları ve Türkiye’nin Kültür-Sanat üretim odaklarına çöreklendikleri için sadece kendileri gibi düşünen “sanatçıların” peydahlanmasına, meşhur olmasına izin verirler.
Yurt dışında eğitim almanın getirdiği “tepeden inmeci” tavır ile Anadolu halkının tercihlerine karşı sürekli bir tepeden bakma ve kibir halet-i ruhiyesi içindedirler. Bu yüzden Anadolu halkının siyasi tercihleri karşısında kudururlar.
Bu yüzden mevcut iktidardan ölesiye nefret ederler, Anadolu halkının siyasi tercihleri konusunda daha da kararlı ve azimli olacağını bildiklerinden Türkiye’nin sosyo-ekonomik anlamda gelişmesinden ödleri kopar.
Türkiye’nin alt yapısının modernizasyonu bu sözüm ona sanatçıların hiç umursadıkları bir şey değildir.
Marmaray’da bir kaza olsun diye gizli gizli umut ederler.
Kendi bayağı ve vıcık vıcık rant düzenleri bozulmasın diye kendileri gibi olmayanların, kendileri gibi düşünmeyenlerin sanat eğitimi almalarından rahatsız olurlar.
Bu gibi “Anadolu evlatları” Kültür-Sanat dünyasında söz sahibi olmasın diye her türlü ayak oyunu yaparlar, mafyalaşmanın doğası zaten bunu gerektirir.
Bunları bir de bizimkiler görebilse…