Efelenmek mi yaranmaya çalışmak mı?

Türkiye’yi hareket edemez hâle getirmek için yapılan saldırılar düzenli bir şekilde devam ettikçe içeride sert tartışmaların yaşanmasını bir dereceye kadar anlayışla karşılamalıyız. Fakat saldırıları görünmez kılmak adına gösterilen gayretlere de dikkat kesilmek gerekir. Finansal saldırılar neticesinde iktisadî hayatımızda birtakım olumsuzlukların yaşandığı tartışma götürmez bir gerçektir.
Batı, 15 Temmuz’da en üst seviyeye ulaşan saldırılarını finansal müdahale ile devam ettirdi. 15 Temmuz Darbe ve İşgal Girişimi neticesinde başta askeriye olmak üzere güvenlik alanında çok önemli kurumlarımızın içeriden çökertildiği fark edildi. FETÖ’cü girişim asırlar boyu sürecek çok ciddî bir tecrübe yaşattı. Ama burada dikkat edilmesi gereken, 15 Temmuz’a kadar geçen yaklaşık elli yıllık bir sürede yaşanılanlardır. Batı’nın temel hedefi Türkiye’yi FETÖ ve benzer yapılar tarafından içeriden ele geçirmekti. 15 Temmuz’da öğrendiğimiz en acı gerçeklerden biri budur. Eğer Türkiye için tehdit olduğu hususunda mutabakat olmasaydı 2012’de FETÖ’ye karşı bir mücadele başlatılmazdı. Bu mutabakatın bir günde sağlandığını düşünmek için konuyu anlamamış olmak gerekir. Aynı şekilde FETÖ ile mücadeleye karar verilmesini basit gerekçelerle izah etmek için de Türk devlet geleneğini tanımamış olmak gerekir.
15 Temmuz Darbe ve İşgal Girişimi’ni, düzenli aralıklarla devam eden diğer saldırıları mahallî düzeye indirgediğimizde bugün basınımıza hâkim olan seviyede ele alabiliriz. Hâlbuki 15 Temmuz’un devamı mahiyetinde olan finansal saldırı sonrasında çok küçük bir fasılda “Türk burjuvazisi”nin Batı karşısındaki konumu ele alınabilirdi. Ne yazık ki bugün Batı ile ilişkileri tamir yarışına girenler bu konuda suskun kalıyor. Darbe ve işgal girişimi uzantılar vasıtasıyla yapılmıştı. Diğer alanlarda da benzer ortakların varlığını sorgulamak gerekir.
Finansal saldırı sonrası iktisadî hayatımızda meydana gelen anî sarsıntıları bahane ederek Batı ile bozulan ilişkilerin tamirinden söz açmak, Amerika’ya göz kırpmak, özellikle Batı Avrupa ülkeleriyle bozulan ilişkiler dolayısıyla suçlayıcı bir dil kullanıp rasyonellik çağrısı yapmak için bu kadar acele etmek anlamlıdır. Bu aceleciliğin anlamı konusunda derin analizler yapmaya ihtiyacımız var. Türkiye’yi, iki günde, batma seviyesine gelmiş bir ülke gibi sunmak “akılcılık”la bağdaşmaz.
Kırk yıldır PKK-PYD-YPG ve benzer terör örgütleriyle Türkiye’yi hareket edemez bir hâle mahkûm getirenler Batılı ülkelerdir. Her birinin bu örgütlere farklı düzeylerde destek verdiği bilinmeyen bir durum değil. Bu ülkelerin Türkiye’ye ihanet eden FETÖ’cülere de sahip çıktığı bilinmeyen bir durum değil. Fakat bir yazarın “Ey Avrupa!” seslenişindeki öfkeyi alay konusuna indirgemesi ve finansal saldırı sonrasında Avrupa ülkelerinin liderleriyle görüşülmesini “efeleniyordunuz ne oldu şimdi” öfkeli çıkışıyla ayıplaması için başka bir dünyada olması gerekir. Bu yazarlar ya FETÖ meselesini anlamamış ya da uluslararası ilişkilerdeki “çıkar” meselesini sadece Batılı ülkelerin siyasetlerini meşrulaştırma aracı şeklinde görüyor. Bu da efendi köle ilişkisi bağlamında ele alınacak bir davranış biçimi olsa gerek.
Türkiye’de Batı ile savaş durumuna geçmek yönünde bir siyaset anlayışının varlığını ima edip bunu efelenmek şeklinde tanımlamak için bir yazarın kör olması gerekir. Türkiye, Batılı ülkelerin terör örgütlerine destek vermesini istemiyor. Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İsrail gibi ülkelerin, bunlara Hollanda da dâhildir, terör örgütlerine verdiği destek sebebiyle ülkeler parçalanıyor ve yüz binlerce insan ölüyor ya da öldürülüyor. Bu ülkelerin tamamı FETÖ’ye de kucak açıp destekliyor. Bu örgütün de bir zaman sonra Türkiye’ye karşı yeni faaliyetler üreteceği konusunda şüphe duymamak gerekir. Fakat Türk entelektüeli sadece kendi ülkesine ve devletine karşı muhalif olmayı önemsiyor. Zira ona göre aydın olmanın tek şartı budur. Almanya cumhurbaşkanı karşısında el pençe divan durma seansını sadece bir kişiyle özdeşleştirmemek gerekir.
Türkiye, Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada da görüldüğü gibi küresel ölçekte işlerliği olan adil sistem arayışındadır. Yeni sistem arayışının çok geniş bir coğrafyada heyecan yarattığını görebiliyoruz. Diğer taraftan bu arayışın birçok ülke için rahatsızlık sebebi olduğunu da görüyoruz. Çünkü Türkiye’nin iddiası boş ve temelsiz değildir. Bu iddiaların Müslüman ve Türk olan bir milletten yükseliyor olmasını belki içimizden bazıları anlamamış olabilir. Fakat geleceğe taşınması hâlinde bu iddiaların birçok yeni fikirleri tetikleyeceği açıktır. Bu iddiaların dillendirilmesi bile dünyanın değişmekte olduğunu gösterir.
Çok kısa bir zaman önce Batılı değerler kutsanıyordu ve bu sebeple “son”lardan bahsediliyordu. Batılı değerler, helvadan putlar gibi bir anda bütün çekiciliğini yitiriverdi. Çünkü bu değerleri dünyaya pazarlayan ülkeler, o günler geride kaldı şimdi kurt olma zamanı, deyince çıplaklık görülüverdi.
Türkiye güçlü bir ülkedir. Birtakım sıkıntılarla karşılaşmayı tabiî karşılamak gerekir. Yüz yıllara dayalı alışkanlıklar, ilişkiler bir anda değişmeyecek. Türkiye bu süreci kendisi başlattı ve bu zorunluydu. Eğer aksi istikamette bir tercih söz konusu olsaydı, bağımlılıktan kurtulmak mümkün olmayacaktı. Çünkü içeriden ele geçirilme projesi başarıyla tamamlanacaktı. Türkiye karar verdi ve bütün uzantılar harekete geçti. Şimdi onların tasfiye edilmesi gerekiyor.