Moderniteyle birlikte yaşanan anlam kaymalarının da katkısıyla önceleri yalnızca öteki zihin etkinlikleriyle uğraşanlarca ilgilenilen edebiyat, yeni bir muhatap daha buldu kendisine: orta sınıf. Özellikle de bu sınıfın tüm gün boyu ne yapacağını bilemeyen ve o güne değin yapageldiklerinden sıkılmış kadınları. Yoğun kentte doğup büyüyen ve eski soylular kadar olmasa da onlara yakın bir eğitimden geçen, böylelikle de zevkleri atalarınınkine göre epey incelen kentli erkeklerin, kendilerinden daha yukarıdaki sınıflara uyum sağlamak için çırpınan eşleri, sosyeteleşmenin bir ön aşaması olarak ilginç partiler tertiplemek, güzel dans etmek, piyano çalmak, hoş sohbet tadı katacak bir genel kültür düzeyine ulaşmak durumundaydılar. Bunun için, o sıralarda gündemdeki dedikodu konularının yanında, gözde müzik parçalarının, gösterimdeki oyunun kulisinde gerçekleşenlerle birlikte sahnelenen piyes hakkındaki genel geçer yargıları başkalarına aktaracak ön donanıma ya da yakınlarda verilecek konserin ara bölümlerini ayırt edebilecek düzeyde olsun bir müzik bilgisini edinmek zorundaydılar. İşte bu zorunluluk, bugün “kentsoylu kültürü” denilen ve ne pastoral kültürle ne de onun tam karşıtı soylu kültürüyle örtüşen yeni bir kültür türü doğurdu.
Doğan bu yeni kültürün beraberinde getirdikleri arasında edebiyata özgü yeni türlerle birlikte yeni bir edebiyat ilgilisi türü de vardı. Bu yeni ilgililer, önceki edebiyatseverler ya da edebiyatçılardan birçok bakımdan ayrılmaktaydılar.
Edebiyatın hatırı mı dediniz?
Bu benzemezliklerin başında, edebiyata zaman zaman muhatap olan ve onu kendi meramını daha sağlıklı aktarabilmek için uygun bir araç gibi kullanmaya niyetlenen anlayış gelmekteydi. Belki de şaşılmaması gereken bir durum olarak ülkemizde günümüze değin geçerliliğini koruyan bu anlayışa göre edebiyat, ancak bir başka işe yaradığında, örneğin bilimsel bilgilerimizi çeki düzenli bir biçimde ifade etmemize veya felsefi düşüncelerimizi eter tutar bir kılığa büründürebildiğimizce ya da derin toplum çözümlemelerimizi dillendirmemize katkı sağladığınca değerliydi. Bu ilkel anlayışa göre edebiyat, ancak işe yaradığında önemliydi.
İşte bu anlayışta olmayan, edebiyata kendi hatırı için yakınlaşan, buna karşın birinciden pek de farklı olmayan bir değer düzeyinde başka bir edebiyat anlayışı var ki o da edebiyatı yalnızca anlatılandan ibaretmiş gibi saymak. Bu anlayışa göre edebiyat, neyi nasıl söylediği görmezden gelinebilecek, neyi niye anlattığıyla önemsenecek bir etkinliktir. O yüzden de bu anlayış edebiyatı içeriğine indirger ve onun dışındaki öğeleri, en hafifletilmiş ifadesiyle süs düzeyinde görür.
Bu kabulle kimi bakımlardan örtüşen, bazı açılardansa karşısına alan üçüncü kabul ise edebiyatı yalnızca meramı güzel ifade etme olarak anlar. Edebiyat ilgililerinin handiyse tümünün içine girdiği bu anlayış ilk bakışta sanki zaten edebiyatın asıl ereğiymiş gibi de görünebilir. Ne ki bu belirgin bir yanılsamadır çünkü meramı güzel ifade etme edebiyatın yeter şartı değil yalnızca gerek şartıdır. Yani edebiyatın olmazsa olmazı ama olmasında da edebiyatı gerçekleştirmeyen nitelik… Üstelik bu da yalnızca bazı edebiyat anlayışları ve türleri için geçerli bir nitelik. Hâlbuki başka öğelerle birlikte meramı güzel ifade bir araya geldiğinde, o metinde edebiyatın varlığı sorgulanabilir.
Edebiyatta kadının ilk rolü
En çok yüz yıl geçince kadın bestecilerin bir bir sökün edeceği beklentisiyle kadınlar, tüm 18. yüzyıl boyunca, neredeyse o güne değin erkeklerin bile tatmadığı denli sıkı bir müzik eğitiminden geçtiği hâlde, ününü hak eden birçok kadın virtüöz yetişmesine karşın müzik tarihine mâl olacak tek bir kadın bestecinin çıkmamış olmasına benzer bir şekilde, edebiyata da çift elle sarıldılar ve o güne değin erkeklerin entelektüel etkinlikle yorulan zihinlerini dinlendirmek için tercih ettikleri yollardan biri durumundaki bu ‘söz sanatına’ yeni bir kullanım alanı kazandırdılar: Dedikodu. Artık başta roman olmak üzere edebiyat, kadınlar için yeni bir tüketim alanıydı.
Bu anlayışa göre edebiyatın biricik amacı vardı: Sürükleyici maceralar anlatmak. Böylelikle kadınlar, artık birbirine benzeyen dedikoduların yitirdiği sürükleyiciliği, edebiyatın düş kurdurtucu niteliğiyle gidermeye çalıştılar.
Üç yüz yıl önce Batı’da yaşanan ve çoktan toplumun en alt katmanlarına inen bu anlayışın uzantılarını günümüz Türkiyesi’nde anlı şanlı edebiyat uzmanlarının tutumunda görmeyi nasıl açıklamalı? Bizdeki edebiyat anlayışı, neredeyse bütünüyle kuram çalışmalarından, dahası kimi sakıncalar barındırmasına karşın eleştiri tarihinden bile habersiz kalmayı marifet sayar. Böyle bir tavır, edebiyatı yalnızca konuya indirgemekten başka bir sonuç doğurabilir.
Doğurabilir miydi? Bunda edebiyat kuramları üzerinde çalışmaktansa yalnızca edebiyat tarihi üzerinde odaklaşmanın payı büyük ama ya gerisi? Bizdeki edebiyat anlayışı, (edebiyat üretimi bir yana) henüz ancak sosyal bilimlerin ışığında ele alınabilme aşamasına ulaşmış durumda; o da yine konu düzleminde. Kadın okur tipinde somutlaşan bu edebiyat ilgisinin özünde, edebiyatı bir tür ‘bilgilenme’ aracı görmek yatmakta.
Öbür yandan edebiyat moderniteyle birlikte meramı anlatmanın handiyse dışında, meramın aracı sayılan dili bizzat amaç edinme yolunu çoktan tutmuştu bile.
Sezginin gücü
Ne ki edebiyatın alanına girmeyen handiyse tek şey bilgi. Eğer bir edebiyat eserinde kimi bilgi kırıntıları ya da düpedüz bilgiyle karşılaşılmışsa bu o eserdeki bilgi değerinin düzeyine değil, o bilgi üzerinden meramın aktarılmasında başvurulan bir yardımcı öğeye işaret saylamalı.
Bu durum, modern edebiyatın merkezinde yer alan dil ya da daha açık ifadesiyle zihin sorunsalı için de aynı oranda geçerli. Modern yazar, dil-zihin doğrultusunda kimi bilgileri aktaran bir bilgin konumunda değil, belki dil sorunsalını kimileyin kahramanlarına giydirerek, kimileyin de onların eylemlerinden yansıtarak aktarır okuruna. Dil-zihin sorunlarının resmigeçidine rastladığımız her türlü kurmaca, modern yazma bilgilerinden belki haberdar olan ama bunun tekniklerini yeterince kavrayamamış bir yazarın ürünü olduğu anlamını taşır. ç:ünkü edebiyat, ne zaman bilgi aktarım öğesine dönüşürse o zaman asli amacından saptırılıyor demektir. Hele modern edebiyat söz konusu olunca bu en başta metnin tek anlamlılığı dışlamasıyla çoktan dışarıda bırakılan bir nitelik haline gelmiş durumda.
Nedir edebiyatın asıl amacı?
Bir başka zihin etkinliğinin gerçekleştiremeyeceği bir tarzda ‘insan’ı kendine konu kılma ve bu konu kılışta da insanı ‘hâl’ içinde yakalayarak bu ‘hâl’i başkalarına da aktarılabilir kılma… ‘Hâl’den yola çıkarak anlatılan bir insanla, ‘hâl’den yola çıkarak anlaşılabilir bir insan yaratma… Bilimin olguları ve nesneleri ölçüp biçerek elde ettiği kesinliği edebiyat, ‘insan’ın hâllerini keskinleştirerek yakalar. O yüzden, bütün zamanlar için geçerli bir bilgi iddiası değil de bir ‘ân’ın bütün zamanlar için geçerli kılınma çabası amaçlanır edebiyatta. Böylelikle edebiyata muhatap olan kişi, bilime muhatap olduğu gibi kesinlik kazanmış bazı bilgileri bilebileceği ve bildiklerini başkalarına aktarabileceği kimi donanımlar edinmek yerine, insanın hâllerine dair kimi edinimleri ‘sezinler’ ve bunları bir başkamsa aktarmaktan çok kendisi için içselleştirir.
Ya bilim, ya edebiyat
Burada hemen akla gelinesi olası bir başka soru da bilgiye göre edebiyatın ne diye daha zayıf bir konumda durduğu. Öyle ya, biri tüm zamanlar için geçerli (ve gerekli) bir bilgi aktarıyorken öbürü ne zaman işe yarayacağı, dahası işe yarayıp yaramayacağı bile kuşkulu bir edinim sunmakla yetiniyorsa bu edebiyattan değil bilimden yana olmamızı gerektirmez mi?
Burada sorulması gereken soru şu: insan, nesnelerden ve olgulardan önce kendini ve hemcinsini tanımak istemez mi? Kişisel bilgiden çırpınırcasına kaçan bilimin bıraktığı ‘kişisel’ boşluğu, edebiyattan daha iyi ne doldurabilir? Çünkü biliyoruz ki edebiyat, kişiyi ‘kendi’ kılmaya en çok yardımcı olan zihin etkinliği. Çünkü biliyoruz ki bilim ve felsefe türündeki etkinliklerle edinilen bilgiler, yan tutmayan ve genel geçer bir tutum izlemek zorundayken edebiyat bu ikisinin tersine, taraf olmak tavrını sergileyen ve tavrı muhatabına da aşılayan bir tutum içerisinde. Üstelik bilim, kendinde başlayıp biten “yalınkat bir bilgi” sunarken edebiyat anlatımı, içiçe geçirilmiş anlam katmanlarıyla muhatabına aynı ‘ân’da birden çok bilgiyi sezinletme kudretinde. Böylelikle bir kişiden yola çıkarak ifade edilen son derece kişisel bir bilgi, bir başka kişi için onsuz edilemeyecek bir öneme kavuşabilir. Evet, sonuçta söz konusu olan kişisel bir değerlendirme ama kişiler arası iletişimin ve insana dair mahrem bilgilerin bir nesilden öbürüne aktarılmasının en emin yolu da bu değil mi?
Burada bilimin elini kolunu bağlayan, yapısı gereği kendisinde bulunması zorunlu kimi nitelikler: denetlenebilirlik, sınanabilirlik, ölçülebilirlik, yinelenebilirlik. Tüm zamanlar için geçerlilik gibi. Bu nitelikler bilimi bütün zamanlar için geçerliliğini savunduğu bir konuma yükseltirken aynı zamanda edinilen bu bilgilerin “kendinde başlayıp biten” özellikte olmasını da kesinler. Hâlbuki edebiyat, insanı bir nesne olarak ele almaz; onun bir varlık olduğunu hiçbir an göz ardı etmediği için de sonuçta söz konusu olan bilgi, bilimde, dahası felsefede olduğu gibi kapalı devre bir gerçeklik değil, insan doğasına özgü bir doğallık barındırır.
Dilin işlevi ve edebiyat
Burada dilin kullanımı da önemli.
Bilimlerin ve felsefenin kendine özgü, bir anlamda ‘teknik’ sayılabilecek ve ancak o jargondan haberdarlarca gereğince anlaşılabilen bir dil kullanmasına karşın edebiyat, bizzat kendisi ‘dil’ olduğu için kendisine muhatap olan bu dille yüzleştirir. Zaten edebiyata muhatap olan kişi, o dili o âna değin edinmiş olan değil, o ânda edinendir. Dolayısıyla asıl edebiyat, muhatap olunulan ânda edinilen bir dil üzerinden yürütülen bir zihin etkinliği değil mi?
Bilimde kişiden kişiye değişmeyen kesinlik hedeflenirken edebiyatta muhatabı değiştirecek keskinlik hedeflenir.
Peki, nasıl yakalanır insanı değiştirecek bilgi?
Sakın, moderniteyle birlikte gittikçe unutayazdığımız bize özgü ‘güzellik’in dilinin yeniden inşaı biricik çözüm yolu olmasın! Şu artık gelenekte kalan ve Batı’nın hiç bilmediği güzellik dilinin…