Yalnızca ‘eski’si olmayan bir toplum yeniyi sorgusuz-sualsiz bağrına basar. Sorgulamak için varidat şart çünkü. Aynı durum birey için de geçerli elbette. Modanın ne zamandan beri moda olduğunu hatırlayalım örneğin. Ve en çok da kimlerin modaya meylettiğini. Ve şimdilerde beklenmedik bir biçimde muhafazakâr, hatta dindar çevrelerin nasıl da kendi modasını ‘yaratmaya’ sıvandığını. Moda: Kişiliğindeki öznelliklerin tıraşlanması sonrasında bireye dayatılan ve bireyin de şıppadanak içselleyiverdiği geçici beğeni… Fakat bizim meselemiz burası değil belli ki; mazisizlik…
İyi ya da kötü, hiç kimse kendi geçmişinden kaçamaz. Geçmiş, izi görünmeyen bir boyunduruk gibi bağlar insanı. İnsanı ve insanları. Modern olmak bu bağla ilişkiyi koparma anlamına gelmez; tersine bağın (varsa) esaretini ziynete dönüştürme yükümlülüğünü beraberinde getirir.
Ülkemiz gibi modernitenin zorla dayatıldığı ve bu yüzden de haksız sayılmayacak bir tarzda ona başka anlamlar yüklendiği bir ortamda yaşayan sanatçının üzerine düşen, kendi çağının tanığı olmanın yanında, kendi çağma özgü anlam ve anlatım alanlarını da kavrama yükümlülüğü… Bu bağlamda modernlilik, yahut moderne muhatap olabilmek bir zihniyet (yahut ahlâk) sorunundan çok, bir haberlilik ve yetkinlik sorunu. Modernitenin doğurduğu sonuçları, süreçleriyle birlikte, modern anlatım tekniklerini bilerek ifade… Ve böylesi bir ifadeyi kavrayabilme önhazırlığını kuşanabilmişlik.
Düşleme, tıkla!
Modernite, iddia edildiğinin tersine, ne varolan gerçekliğe elini sürdü ne de ruha dokundu. Tersine modernite, kendi gerçekliğini yarattığı için insan ruhunu da dönüştürdü; hem yapısal bir dönüşümdü bu hem de algısal. Postmodernite ise sanki ‘eski’ gerçeklikle barışmış gibi davrandı ve tüm gözlemcilerini buna inandırdı ama hem insan hem de buna bağlı olarak onun gerçeklik algısı, zaten bir daha geriye dönmemecesine yeterince ‘başkalaşım’a uğramıştı. O yüzden de postmodernin sanal ‘ortam’ı internet, kendi gerçekliğini doğurmak zorundaydı: sanallık.
Her doğum bir ölüm habercisidir ya aslında. Burada ölümün kendisi için geçerli olduğu öğe, sonsuzluk düşüncesi. Aynı zamanda sadakat ve uzun süreli uğraş anlayışı için de geçerli bu durum. Fakat bu yeni doğan bebek, en çok düş gücünü öldürdü. Ve o o düş anlayışının doğurduğu gerçeklik algısını. Sanal âlemin ürettiği slogan: düşleme, tıkla!
Sanallığın söz konusu edildiği bir ortamda nasıl olur da düş gücünün hükmü geçmez?
İşte romanla birlikte hikâye, en azından bu dönüşümü tahkiye etmek, şahitliğini üstlenmekle yükümlü.
Dil, anlam ve kendine özgülük
‘Şey’in örgütlü bir bütünlük içindeki yeri: anlam bu.
En başta anımsanması gereken: anlam kuşatılamaz; izi sürülür.
Hiçbir dile gelen, bir tek anlamlı değil. Somuttan soyuta gidildikçe anlamda bulanıklık, belirsizlik, çeşitlilik ya da derinlik gözlenir.
Sanatta (da) anlam dil’le ilintili; dildeki göstergeler arası ilişki anlamı doğurmakta. O sanatın, söz konusu sanat anlayışının yahut sanatçının geliştirdiği öznel dilin katkısı ve farkı da unutulmamalı elbette.
Yazar, kurgusuyla anlamın hukukunu gözetir. Kurgu, yazarın sonuçta hedeflediğiyken, okurun başlangıçta bulduğu şey. Ve taynı zamanda tuhaf bir biçimde çoğu okuru çarpan. Fakat bu durum, sanıldığının tersine, anlamın kurguda düğümlendiği manasına gelmez. Kurguda toplumsal uylaşım varsa, (Buradaki kurgu, teknik anlamının yanında, cümle kurgusunu da kapsar.) yazarın amaçladığı anlam okur tarafından edinilir; toplumsal uylaşım bakımından kurguda sorun varsa anlam ‘yorulur’. Bütün cüce sanatkârların yüce görüntüsü vermek için sığındıkları eşik de tam burası işte.
Kaba bir bakışla buradan çıkarılan sonuçlar:
Her iki anlamıyla da kurgusu sorunlu yazı, kendinden önceki anlatım kodlarını kullanan ama yazık ki anlamı sınırlı, anlatımı da sorunlu yazıdır. (Moderniteyle birlikte, sanatta denenmiş anlatım türlerini yineleme, meramı aktarımda bir alışılagelmişe yaslanma ve güvenli aktarım olarak değerlendirilmez; tersine bezilmiş, yıpranmış anlatım kodlarıyla kendinden önceyi gevişleme diye değerlendirilir. Bu bağlamda geleneğin yeri ve değeri ise tekrarla değil yeniden yaratma ile ilintili.) Örtmeye hacet yok, modern en başta geleneğin karşısında konumlanmakta. Fakat şu hususu asla gözden kaçırmamak durumundayız: veyl ki çoktan yerle yeksan ettiği geleneğin. Buna karşın, günümüzde o da kendi geleneğini teşkil ettiği için, klâsikle kimi ortak sorunları paylaşmaya başlamış durumda. Ne bu bu husus da bambaşka bir mesele.
Kurgu ve anlam
Yazarın seçtiği anlatımla ürettiği anlamın tek ve değişmezliği, gündelikliği ya da bütün zamanlar için geçerliliği kurguyla yakından ilgili. Kurguda değişik görüş ve gösteriş açıları varsa anlatılanların sayısı, çeşnisi ve derinliği artar.
Örneğin edebiyatta beylik kurgulu yazılar, okurunu edilginleştirir. İyi kurgulu yazılarsa okurunu korunmaya muhtaçlıktan kurtarır.
Olanca yerden yere vurulasılığının örttüğü gerçek de burada düğümlenmekte: Modern zamanlardaki tüm anlam/anlatım çabaları, bu edilginliği kırmaya yönelik aslında. Başka bir ifadeyle, kendine sunulanı olduğu gibi kabule hazır okur yerine, yeni anlamlar peşinde koşan iz sürücü okurun teşekkülü ve ardından da tenevvürü.
Öte yandan, bir yazıda herkes kendi gerçeğini (hatta kendi anlamını) bulur. Tam da bu yüzden insan anladığını yüceltir. Ve anlamadığını.
Dış dünya ve bilinç
Tüm kesin ve keskin ifadelendirme öbeklerine karşın edebiyat dünyayı açıklamaz; böyle bir görüntü sergilediğinde bile aslında yaptığı dünyaya sorular yöneltmek. Üstelik somutlandırılmış örnekler üzerinden. Ama bu sorular, ne bilim adamının ne de felsefecinin sorabileceği türdedir. Belki de edebiyatı bir sorgulama, anlama ve anlamlandırma çabası diye anlamak gerek. Bu yüzden yazar, hayatın anlamını avlamadan rahat edemeyen, onun için de ömür boyu rahat yüzü görmeyen biri. Bu rahatsızlığın tecelli alanı ise dil. (Burada dil-zihin ilişkisini hatırlamakta yarar var).
Dil belirli göndergelere bağlanmadığında, doğruyu da, yanlışı da etkisizleştiren, aralarındaki ayrımı kaldıran bir yapı şeklinde belirir. Bu durumda varlığını sözün varlığıyla özdeşleştiren yazar, gerçeği elinde tutma hakkını yitirir. Bu yüzden, bir kurgusal metin okunurken, ilkin onun temeli olan örüntünün (= dilin) birimleri ve bağıntıları ile bu bağıntıların dile getirdikleri olay ya da hikâye tüketilir. Ancak anlamı üretenin dil ve buna bağlı süreç olduğu kavranıldığında, ifadede kesinlik yerine zorunlu keskinlik anlayışına yakınlaşılır.
Çünkü nesne ya da olay, yanılsama olsa da olmasa da, bilincimizde dolaysız bir tarzda nasıl göründüğünden emin olduğumuz bir şeydir. Nesne, bilinç tarafından konumlanandır. Her türlü bilinç, bir şeyin bilincidir. Düşünürken de bilinç belli bir nesneye/olaya yöneliktir. Bilinç, dünyayı edilgin olarak keşfetmez; onu teşkil eder ya da amaçlar. Bu yüzden yazar, keskinliğe varmak için dolaysız hayatın dışında kalanları görmezden gelmeli, paranteze almalı; böylelikle dış dünyayı yalnızca kendi bilincinin içeriğine indirgediğinde, elinde kalanlarla donanımının kendisine kazandırdıklarını harmanlarsa edebiye yakın düşer.
Sanatçı ona ait olan hatıranın ağıtını yakmanın ötesine geçmeye çabalayandır.
Anlam, anlatılan ve anlatımın neresinde?
Sanat, duyarlılıkların tecessüm çabası. Bu çabanın karşılığında da ürününe muhatap arar. Bir sanat ürünü, onu kavrayacak bir özneye gereksinir. Öznenin görevi de, ürünü yeniden kurma, onu kendine katma. (Buradaki yeniden kurmayı, yeni bir kurgulama görevi üstlenme, gerektiğinde eseri yeni baştan kurmacalamayı göğüsleme diye anlamalı. O yüzden de modern dönemde okur, en azından potansiyel bir yazar olmalı ki okuduğunu anlamanın ötesine geçsin; idrak edebilsin.)
Bir sanat ürününü yeniden kurmaya çalışan algılayıcının da kimi sorumlulukları var.
Sanat niteliği barındıran bir ürünü kendisi için yeniden kurmaya çabalayan algılayıcı sayısı ilkece sonsuzken, ürünün yaratım süreci bir kezcik. Çünkü sanat ürünü bir kez ortaya çıktıktan sonra, kendini ‘yaratan ben’den bağımsızlaşırken, ‘algılayan ben’e bağımlılanır. Öte yandan, bir ürünün bileşimindeki öğelerin tümü edimli değildir; kimileri gizilgüç olarak kalır. Bu yüzden de algılayan, ürünü kendisi için somutlaştırırken, ürünün örgüsünde (kimileyin bile isteye bırakılmış) boşlukları kendince doldurur. Bazen de bu boşluklardan o ürünün anlamı, zaman içerisinde bütünüyle değişime uğrayabilir.
Edebiyat özeline dönersek, her yazı girişiminde, etkilenmişliği yansıtmayı hedefleyen bir etki arzusu yatar. Sanatçı gibi okuru da tahrik eden, merak duygusu değil, yankı bulma isteği; elbette hakiki okuru. Zaten hangi gerçek sanatçı, sıradan bir okurun/muhatabın kendisine verebileceği yankıdan tatmin olabilir ki! Sanat tarihi boyunca, içinde yaşadığı ânı hedefleyen büyük bir sanatçıya rastlanmadığı anımsanırsa, niçin hiçbir büyük sanat eserinin, sanatın kalıcılığı yerine geçici günlük beğeniye emanet edilmediği, her sanat girişiminin bir gelecek yatırımı olduğu anlaşılır. Hele hele, klâsik anlayıştaki bir yazarın kendini bilme ve bildirme hakkı varken, modern yazara düşen biricik alan, kendini bitimsiz dolambaçlarda arama zorunluluğu hesaba katıldığında…
Çağından haberli her modern yazar, değişen evren anlayışında her evrede, insan türünün bir örneği olarak kendini yeniden keşfetme ve bu keşif notlarını açımlama konumunda.
Anlatımda dilin payı
Her dil evreni, varlık ve olayları başka yollardan ve kendince dillendirir. Bu anlamda her dil kendini ifadede yeterlidir ama bu yeterlilik yetkinlik anlamına da gelmemekte. İşte bu yüzden yazarın görevi, bir dilin kelime haznesinin genişliğinin o dilin anlatım gücünün yüksekliğine işaret etmediğinin bilinciyle, kendine özgü dili oluştururken, içinde doğduğu dilden emanet aldığı ve yapıtaşı saydığı kelimelere yetenek ve sanat ekleyerek hayat vermektir. Fakat ne yazık ki bizde kendine özgü dil, kelimeleri kendince bileşimler içerisinde sunma anlaşıldı. Hâlbuki kelimenin anlamıyla yapılan kurmaca bir aldatmacadır; meram kelimenin ötesinde yer aldığından edebi anlamda güzellik de satırların dışında kurmacalanır.
Batı dışı toplumların içinde yetişen ve modern sanat tarzıyla ürün vermeye çalışan sanatçılar, ilkin o sanat dallarında kendi geleneksel tarzlarını dışladılar; peşisıra da Batı’ya özgü sorunların, Batılı bakış açısı ve Batı’da geliştirilmiş tekniklerle örülü, Batı’ya özgü çözüm önerilerini evrensel sandılar. Böylelikle de kendilerine ve tarihlerine büyük bir haksızlık ettiler.
Sanatın, söyleyecek sözü olmanın bastırılamayan dürtüsüyle ortaya çıkan bir verim olduğu akla getirildiğinde, var olan durumdan rahatsızlık ve dünyayı değiştirme arzusu, bu anlamıyla modern sanatçının biricik çıkış noktası.
Madem sanat, yaşanılan dünyadan rahatsızlık duyanlar tarafından kurulmaya çalışılan gerçek dünyanın bir benzerini kurgulama çabası, o hâlde sanat için kazanılmış her şeyin, hayat için bir kayıp olduğu akıldan çıkarılmamalı.
Ancak böylelikle edebiyatta ve sanatta anlam yaratmanın izi sürülebilir.