Felsefi bilgi, bilimsel bilgi, gündelik bilgi, dini bilgi ve sanat bilgisi…
Yapısı gereği dini bilgiyi, dinin türüne bağlı olarak tamamen veya kısmen kategori dışı bırakarak söyleyelim: Sanat bilgisinin dışındaki öbür bilgiler, sebep-sonuç ilişkisi üzerinden kendine özgü kural ve yöntemler çerçevesinde, bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşır; ben, çevre ve Tanrı hakkında, mümkün mertebe kendi içinde tutarlı ve nesnel yargılara varmayı amaçlar. Yalnızca sanat nesnelliği reddeder. Tersine, bütün gayesi öznelliğe matuf… “Ben” yalnızca merkezi hüviyet teşkil etmez sanatta; aynı zamanda daima onun bakış açısından ve onun değer yargıları üzerinden gerçeklikle temasa geçilir. Tarih boyunca yeryüzünün en önemli bilgisi kabul edilmiş bu bilgi çeşidinin ayırıcı vasfı, öznelliği. Çünkü öbür bilgilerin zıddına öznellik, hem bilen ile bilinen, hem de bilgi ile ‘insan’ arasındaki ilişkiyi genel-geçer değil, somut bir bağ üzerinden kurar. Başka bir ifadeyle sanat, bütün bilgilerin insan merkezli ifadesi ve somutluğa kavuşturulması diye vasıflandırılabilir.
Şimdi adım adım sanattan, sanatın içerisindeki edebiyat konusuna gelelim.
XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde, baharın son kıvrımlarındayken İstanbul gibi bir şehirde, trafiğin keşmekeşi hakkında çok değişik açılardan görüşler dile getirilebilir: Konuya İstanbul’un yapılaşmasından girip çarpık kentleşmeden çıkılacağı gibi, kesif trafiğin doğurduğu çevre kirliliği üzerinde de yoğunlaşılabilir. Yahut Karayolları veya belediyenin sorumlulukları ve uygulamalardaki aksaklıklar vurgulanabilir. Yahut da konuya sosyolojik açıdan bakılabileceği gibi meselenin psikolojik yönü üzerinde de durulabilir. İşte bütün bu verilerin beherinin adı bilgi.
Nesnel bilgi öznelleşirse
Ama varsayalım ki İstanbul trafiğini ve bu trafiğin insan üzerindeki etkisini bir hikâyede konu etmek istiyoruz. Bu durumda sözkonusu bilgilerin hiçbirisinin birebir işe yaramadığını görürüz. Doğru, bu ve benzeri bilgilerin beheri bir hikâyede kullanılabilir. Ama birebir değil, o hikâyenin içinde eriyerek; eridikten sonra tanınmayacak hâle geldikten sonra elbette.
Geniş açıdan bakıldığında sanatçı, daha dar açıdan bakıldığındaysa edebiyatçı dediğimiz kişi herhangi bir olguya, olaya veya nesneye, sıradan insanlardan farklı bakan kişi. Çok basit bir örnek: Sıradan bir insan, masanın üstündeki bardağa baktığında masanın üstündeki bardağı görür. Nesne, zaten olması gerektiği gibi, her ne ise odur. Fakat aynı bardağa bir sanatçı baktığında, baktığının sıradan bir su bardağı olduğunu bildiği hâlde, gördüğü ona bir saksıyı veya örneğin vazoyu, ne bileyim kavanozu çağrıştırabilir. Veya sahildeki soyunma kabinini. Belki de bir uzay gemisini… Çünkü bardak, sıradan insanlardan farklı olarak sanatçıda değişik imgelemleri tetikleyebilir. Sanatçı dediğimiz karakter, çağrışımlara açıklık bakımından sıradan insanlardan ayrılan kişi değil mi zaten?
Örneğimizi sürdürelim: Diyelim ki masanın üstündeki sözü edilen bardağa biri yanlışlıkla çarptı ve bardak devrildi; masanın üstünde yuvarlandı ve masanın ucundan yere düşerek paramparça oldu. Basit bir olay yani. Bu basit olayı yaşayan sıradan biri, en fazla yeri süpürmeyi, yeni bir bardak almayı falan düşünürken sanatçı mizacı, bu bardak kırılmasından hiç beklenmedik bir biçimde etkilenerek hatıra ve hafızasının en ücra köşelerinde gezinip umulmadık uygunlukta denklikler bulduktan sonra yalnızca o kişiye özgü bir akıl yürütmeyle beklenmedik sonuçlara ulaşabilir. Çünkü sanatçı mizacı, sıradan insanların üzerinde durmadığı hususlara bütün benliğiyle odaklanmayı yaşama anlayışı benimseyen kişiliğin adı. Dikkatinizi çekerim; fazla olumlanıyormuş gibi görünen bu tespit, aynı zamanda bir bardak kırılmasının hesaplanamaz yankılarının etkisinin kurbanı bir kişiliğe de işaret etmekte.
Tetiklenen hatıralar
Burada hatırda tutulması zorunlu husus şu: Sanatçı dediğimiz kişilik, elbette her bardak kırılmasından derinden etkilenerek çocukluğunun dehlizlerine dalmıyor. O da çoğu bardak kırılmasında sıradan insanla aynı kaderi paylaşıp gülüp geçiyor. Peki ya gülüp geçmiyorsa? Ya takılıyorsa? Evet, bir takılma bu. Taammüden bir takılma. Sanatçının elinde olmayan, tayin edemediği gibi, yönlendiremediği bir takılma durumu…
Öyle ya, sanatçı mizacının hangi bardak kırılmasından hareket edip ne çeşit iç kırıklıklarıyla döşeli bir benliğe sarkacağı, hangi eski hayıflanmaları bu olay parçacığıyla bağlantılandıracağı ne malûm.
Hatırlamakta fayda var: Modern edebiyatın üç şaheserinden biri durumundaki Marcel Proust‘un Kayıp Zamanın İzinde adlı romanı, aslında yıllar önce yenmiş bir çeşit kurabiyenin damakta bıraktığı tadı anlatmakta. Hem de tam 15 cilt boyunca. Biraz dikkatle bakıldığında hem dünya edebiyatının, hem de sanat dünyasının benzeri sayısız örnekle dolu olduğu farkedilebilir.
Peki sanatçı-edebiyatçı zihni, farklı nitelikler barındırdığı için, zaten öyle yaratıldığı için mi böyle gelişiyor durum yoksa sonradan edinilen kimi alışkanlıklardan ve kazanımlardan hareket etmek gibi daha başka türlü izahı mümkün mü bunun? Şimdilerde moda ama aslında pek az kişi b şıkkını seçmekte.
Bir bardak kırdım, bütün hayatım değişti
Aslında sanatçı zihnini sıradan insanınkinden ayıran en önemli husus, aynı olayları yaşayıp benzer deneyimler edindiği hâlde, etkilenme evresinde ortaya çıkmakta. Elbette nadiren ortaya çıkan bu etkilenme başka ruhi öğelerle kesişirse o durumda yaşanan çarpılma hâlinden itibaren işin rengi değişmekte; sanatçı ile sıradan insan arasındaki algı-tepki farkının sonuçları gözlemlenebilmekte.
Örneğimizden devam edelim dilerseniz: Sıradan bir masanın üstündeki en beylik su bardağını kıran veya kırılmasına tanıklık eden sanatçı mizacı, belki çıkan sesin, belki cam kırıklarının, belki de bizzat bu olayın kendisine çağrıştırdıklarından etkilendi demiştik. İşte bu etkilenme hâli geçip gitmezse, kalıcılaşırsa, belli bir süre zarfında ara sıra kişiyi yoklarsa o durumda bir çeşit takıntılıktan sözedebiliriz. Bir kırık bardak, nice kalp kırılmalarının hatırlanmasına niçin kapı aralamasın ki! Ve kalp kırmalarının da.
Tetiklenen hayal gücünün beraberinde neleri getireceği belirsiz. Üstelik her mizaç için farklılıklar da gösterir tabiatıyla: Bir filmdeki bardak kırılma sahnesi… O filmdeki kadının başka bir filmde yediği tokat… O tokadın beş parmak izini barındıran sızıyı çağrıştıran, yaşanmış bir utanma hatırasıyla sarsılma… Oradan tekrar kırık bardağın doğurduğu yitip gitme hissinin hatırlattığı eski sevgili… Ve böylelikle tekrar başa ve aynı kişiye dönüş…
Fevkalâde sıradanlık
Algılananın üzerine binen çağrışımlar, hatıralar, eski algı parçalarıyla harmanlanan yarı bilinçli etkileşimler ve sonuçta hesap edilemez, tayin edilemez bir sonuç… Diyelim ki sanatçı mizacının yanında ailesinden biri veya bir arkadaşı var ve onu “Aman, ne takıyorsun. Bir kırık bardaktan nerelere gittin. Üzme böyle kendini.” diye teskin ediyor. İşte sanatçının o yakını o ân, bilmeden bir eserin yolunu tıkamaktadır.
Eserin doğum sancılarının bir biçimde sürdüğünü varsayalım. Sanatçı mizacı dış uyaranların yönlendirmelerinden etkilenmedi ve kırık bardağın çağrışımları devam ettikçe zihninden çıkıp gelenlerden yeni yeni üzüntüler peyda oldu. Sonra bu üzüntülerle yeni yeni kırmalar, kırılmalar sökün etti; nihayetinde cam kırıklarının arasına karışan bütün bu kırıklıklar, tumturaklı bir ıstıraba zemin hazırladı.
İşte bütün bu yaşanılmış “fevkalâde sıradan” olaydan hareketle biraraya gelen his ve hatıra parçacıklarının teşekkül ettirdiği ıstırap, bir biçimde ifadeye geldi diyelim. Bu ifade, bir arkadaşa, bir tanıdığa kurulan birkaç cümle olabilir; günlüğe düşülen bir not olabilir. Her iki durumda da ifade edilmesi, başka bir formda ifadesinin önünde engel. Yani ortada gene sanatsal ifade yok demektir. Fakat bütün şartlar yerine geldiğinde, yani sanatın dışındaki ifade imkânları bulunmadığında veya ifade kişiyi tatmin etmediğinde ortada tek seçenek kalır: sanat yoluyla ifade!
Artık sanatçının mesleğine göre, müzik parçası, resim, şiir; hatta kimbilir, roman çıkabilir ortaya. Sıradan insanın üstünde durmayıp geçip gittiği bir olaycık, bir sanatçı için eser sebebi teşkil edebiliyor.
Modern edebiyat niçin böyle tuhaf?
Bazen en beylik yargılar, en kalıp ifadeler; en fiyakalı, en tumturaklı tanımlardan daha büyük oranda isabet kaydedebilmekte. Edebiyat tanımı için de geçerli bu. Sanatsal ifadenin bir alt şubesi durumundaki edebi ifade; düşünceleri, düşlemleri, yaşanmış veya yaşanılası olayları gerçekçi, daha doğrusu gerçeksi bir tonda ve belli bir amaç doğrultusunda dile getirme eylemi. Edebiyatın bu yalın anlamının dışındaki tanımlarını ve onların çerçevesini bir tarafa bırakalım; modern edebiyata doğru yol almayı deneyelim.
Hatırlayalım: Hem felsefede, hem de bilimde sebep-sonuç ilişkisi çok önemli demiştik. Bu sebep-sonuç ilişkisinde mantık merkezli yaklaşımın merkeziliği esas. Teşrihi yahut analitik dediğimiz bakış açısı bu iki alanda çok belirgin. Bilim ve felsefe yaparken ifadelerimizi sarih ve önceden belirli bilimsel veya felsefi vasıflara uygun bir tarzda ve yöntemlice tasarlamak durumundayız. Kuramlar sıklıkla başvurduğumuz öğelerden. Fakat sanatta ve bunun bir alt şubesi durumundaki edebiyattaysa mantık merkezli yaklaşımın yerini, mecaz merkezli yaklaşımın aldığını görürüz. Burada teşrihler yerini tahlillere ve teşbihlere bırakır. Nesnelliğin koltuğuna öznellik kurulur.
Sanatsal ifadede, muhatabın zihnen idrak etmesinden çok zevken ihsas etmesinin öne çıktığı görülür. Zihniyle birlikte ama onun öncesinde ihsasına seslenilir sanatta. O yüzden de felsefe-bilimde kuramın yeri ve değeri neyse sanatta da onun işlevini gören öğenin adı kurmaca.
Klâsik edebiyat, genel kültür donanımı katkısıyla kolaylıkla anlaşılabilecek ifadelere dayanan bir zihin etkinliği türü. Ne ki modern edebiyat için bu durum geçerli değil. Modern sanatı, burada konumuz gereği modern edebiyatı gereğince kavrayabilmek için klasik eğitim yönteminde lise düzeyinde kazandırılan genel kültürün yanında, bir de kimi özel kültür veya kültürler de edinilmek durumunda.
Ne tür kültürlerdir bunlar ve niçin zorunludurlar meselesi de haftaya…