Düşünce ile sanatın izdivacı

Bir film düşleyin; dünyanın en ünlü ve en etkileyici aşk hikâyelerinden birini anlatsın bu film. Aşkının uğruna dağları delen Ferhat’ın fedakârlığını ve Şirin’in bitimsiz hasret ıstırabını dillendirsin. Juliette Binoche, Mehnaz Afşar ve Niki Kerimi gibi usta oyuncular maharetlerini yetkinlikle sergilesinler bu filmde. Uzun uğraşların ardından yapım gösterime girsin ve filmi izlemeye kadınlar gitsin; kadınlar matinesi tarzı.

Biz de Ferhat ile Şirin adlı bu filmi izlemeye gidelim. Ama filmi izlemeyelim de, kadınlar matinesinde filmi izleyen kadınları izleyelim. Değişik kültür katmanından, farklı yaştan ve toplum kesiminden kadınlar bunlar.

Seraba kadından müteşekkil bir sinema salonu… Sarışın, esmer, kumral, kızıl kadınlar. Bakımlı kadınlar, alımlı kadınlar; hanımefendiler, hizmetçiler, cahiller, bilgeler, ezik kadınlar, ezen kadınlar… Anneler, anne adayları, genç tazeler. Karanlık salonda, yalnızca filmin gösterim makinesinin ortalığa yaydığı, bir artıp bir eksilen zayıf ışıkla zaman zaman çehreleri kısmen aydınlanan kadınların izlerken ki duygulanımları üzerinden bir filmi, Ferhat ile Şirin’i ‘izlemek’… Ve bir de seslerden.

İzleyenin izlenimleri

Elbette aslında izleyicinin izlediği filmin ‘gösterildiği’ sinemadaki beyazperdede oynayan öyle bir film yok. İzleyici olarak biz, çekilmemiş bir filmi izleyenleri izliyoruz. Çarpıcı, değil mi? Her ân deli saçmasına evrilecek kadar hem de.

Fakat izleyici, aslında hiç çekilmemiş bir filmi izleyen izleyicileri izleyerek Ferhat ile Şirin’i izliyor. Kadınların ‘izlediği’ o çekilmemiş filmin sesleri, ses efektleri, diyalogları ve müzikleri var ortada bir tek. Ve bu serapa sesleri duyan, hisseden ve izleyen kadınların, kendilerini izleyen gerçek izleyicilere aktarmayı başardıkları, o tarifi de, tekrarı da imkânsız tahassüs… Bir filmi izleyenin izlenimleri üzerinden bir filmi izlemek. Üstelik derinden etkilenebilmek…

Evet, bir filmi izleyen üzerinden filmi izlemek… Şu ünlü rüya içinde rüya meselesindeki gibi. Yahut modern versiyonuyla rüya içinde rüya gören adamı rüyasında gören adamın rüyasını düşleyebilmek tahayyülü… Belki de şimdiye kadar sinemanın ulaşabildiği en soylu tecrit ameliyesi…

Farklı görmek ve farklı göstermek

Abbas Kiyarüstemi’nin Ferhat ile Şirin’i böyle bir ‘şey’ işte. Tekrarında beis yok: Bir filmi izleyenler üzerinden izletmek. Beş duyuyu, anlamayı, anlatmayı, hissetmeyi, hissettirmeyi sorgulatan sıradışı bir deneyim. En çok da, eskilerin hissi müşterek dediklerini. Çünkü insanın hem acziyetini, hem de ihtişamını aynı ânda bünyesinde barındıran şey: sanat!

Benim şahitlik edebildiğim en istisnai, hatta ilk ânda deli saçması gibi duran, aynı zamanda her ân zıddına evrilmeye müsait, yani sanatın şahikalarına tırmanabilme bil kuvve kudreti yerine hızla tasannunun uçurumlarına yuvarlanma ihtimallerini aynı miktarda bünyesinde taşıyan, bir ayağı yaratıcılık burcunda, öbür ayağı saçma kulesinde ender bir eser. Ne ki ‘farklı’ yahut hakiki manâsıyla ‘yeni’ dediğimiz şey de zaten muhataplarınca öyle şıppadanak kabul edilebilecek bir vasıf taşıyabilir mi hiç?

Akıl ve his sohbet ederse

Şirin’le Ferhat dağlarda, ovalarda at koşturadursun, biz Kiyarüstemi’nin üzerinden Manifesto’ya yakınlaşmayı deneyelim: Hani Divan Edebiyatı’nda ancak büyük şairlerin nadiren mayalayabildikleri mısralar var ya, işte öyle mısraı berceste kıvamında bir film Manifesto. Malûmunuz, mısraı bercestenin hususiyeti, söyleyiş kolaylığına rağmen ifadenin derinliği ve meramın katmanlılığı. Aslında çok seyrek birbirini ziyaret eden iki ezeli düşmanın, akılla hissin, hissi müşterek kudretiyle karşılıklı sohbeti Manifesto.

Julian Rosefeldt imzalı Manifesto’yu izlemeye başlar başlamaz aklıma gelen ilk çağrışım Abbas Kiyarüstemi’nin Ferhat ile Şirin’iydi.

Biri Doğu kültürünün, bizim gibi sekteye uğratılmadığı için nadide cevherlerini keşfedebileceğimiz İran’dan gelme, öbürü bir zamanlar Doğu’dan devşirdikleri üzerine kurduğu kültürü bütün dünyaya dayatmaktan çekinmeyen Avrupa’dan çıkma iki eser. İkisinin de ortak paydası aynı elbette: sıradana tamamen kapalı, yeni, yepyeni bir meydan okuma. Bilimin, felsefenin ve sanatın bütün yemişlerini bir kazanda toplamak, ardından bu birikimi yaratıcılığın gözü pekliğinin havanında dövdükten sonra film formatıyla dile dökmek.

İyi filmin yegâne sermayesi

İlkin Manifesto’nun şekli özelliklerine bir göz atalım:

Evet, Manifesto 2015 tarihli ama nedense ülkemize handiyse iki yıl gecikerek gelen bir yapım. “Buna da şükür.” deme makamındayız çünkü (Bir dönem film ithalâtıyla bir şekilde ilgilenen biri hüviyetiyle söylüyorum.) filmin Türkiye’deki ticari şansı baştan apaçık ortadaydı. O yüzden de Başka Sinema içerisinde sınırlı sayıda salonda ancak gösterime çıkabilen Manifesto, aslında bu senenin en şaşırtıcı cevherlerinden biri.

Niçin? Bir kere film, inanılması zor miktarda düşük bir bütçeye mâl olmuş. Çünkü film parayla değil, akılla kotarılmış. Filmde, kendisini zevk sahibi zanneden entellerin gözünü okşayacak ve gönlünü hoş tutacak o alışılageldik soslamalardan, cılkı çıkmış cafcaflamalardan eser yok. Tersine film muhatabına kendisini takdim ederken bütün o beylik kalıplardan sıyrılma gayretini kuşanmış. Tıpkı içeriğindeki manifestolar gibi. Ve belli-başlı kişilerin setteyken işe kendilerini nasıl kattıklarını tahayyül edebiliyorsunuz. Kalpten gelen bir söz var karşınızda çünkü. Doğru, kalpten pay almış bir film Manifesto.

Manifesto parayla veya imkânla değil, yaratıcılıkla tasarlanmış, zekâyla kotarılmış bir film. O yüzden izlerken bir de filmin bu yönüne hayret etmeden kendinizi alamıyorsunuz.

Ve gıpta.

Geçen yüzyılın sesi

Film kendi içerisinde 13 parçadan müteşekkil; birbirini bütünleyen 13 farklı kısa hikâye tarzında dahi izlenebilecek bu episodların hepsinde de başroldeki oyuncu aynı: Cate Blanchett. Kimileyin bir evsizi oynuyor, kimileyin bir öğretmeni veya bilim adamını (Evet, kadını değil. Asıl ayrımcılık bu kabulde saklı çünkü.) yahut bir teknisyen, bir televizyon sunucusu. Ve bazen de erkek kimliğinde. Erika Bauer ile Ruby Bustamente’yi de anmak şart.

Ve elbette filmdeki o beheri dehşetengiz ifadelerin, edebiyat, sanat, bilim, felsefe, çağdaşlık, çağcıllık, gerçeklik, yenilik, teknik, siyaset, düşünce, birey, toplum, yaratı, klâsik, biçim, ilerlemecilik, gelişmişlik, mekân, algı, ifade gibi nice terim, kavram, olgu ve durum üzerine söylenen, o beheri yekdiğerinden çarpıcı; her cümlenin üzerinden düşünülmüşlük akan yargılar… Birinin öbürünü yerle yeksan ettiği, sonra geri dönüp kucakladığı, kurtardığı ve sonra yeniden güreşe tutuştuğu iddialar, tespitler, teşhisler, gün yüzü görmemiş teşbihler ve şehrayini andıran o yaratıcı edebiyat yüklü sanat ifadeleri…

Geçen yüzyılın olanca sesi. Ve hatta geçen bin yılın.

Yaratıcılık öldü, yaşasın tekrar!

Öte yandan, bu yüzyılın ilk çeyreğini devirdiğimiz için geçen yüzyılın ilk çeyreğiyle adil bir karşılaştırma yapma hak ve imkânına da sahibiz. Geçen yüzyılın bereketinden eser yok zamanımızda. Batı söyleyeceğini çoktan söylemiş makamında; Doğu hâlâ kendini idrak etme sıkıntıları yaşayan bir yeniyetme bunalımında. 10 bin yıllık bir yeniyetme.

Bu gözle bakıldığında Manifesto, yaratıcı düşünceye yakılmış bir ağıt aslında; sanatkârane ifade edilmiş bir ağıt.

Doğru: “Her şey buharlaşıyor.” En çok da insan. Bunu en çok da yıkık fabrika binalarının arasında aheste ilerleyen yaşlı bir insan ile yanı başındaki siyah köpeğin sürüklenircesine yürümelerinde sezinliyorsunuz. Televizyon haberleri sekansındaysa buharlaşma zirvede. Haberin, zihnin, insanın, hissin, doğrunun, gerçeğin, dünyanın buharlaşması.

Düşünce buharlaşıyor çünkü. Belki düşünme de.

Ya o sınıf sahnesi?

Düşünceyi hissettirebilmek

Doğru, burjuvazi çoktan iflâs etti. Ne ki zamanımızın olanca hakikatlerini bize miras bırakarak. Aydınlanma’dan sonraki evrelerde, kendinden önceki devirlerin zıddına bilim, sanat ve felsefede söylenmiş ne varsa beherinin tortusunun sorgusu Manifesto.

Elbette bir manifesto yalnızca bazı öneriler sunmaz bize. Bu önerileri dayandırdığı gerekçelerin kaviliği için geçmişi de isabetli elemek, teknik anlamda eleştirmek zorunda. O yüzden de yönetmen hem Komünist Manifesto’dan alıntılar yapıyor, hem Dogma 95’ten. Aynı gerekçeyle, meselâ Dadaist Manifesto kadar, o manifesto için seçilen mekân da mühim. Ve o mekânı izleyiciye aktarırken tercih edilen bakış açıları: kameranın konumu, açısı ve seçilen lens… Zihin ve kalp.

Şu hususu da vurgulamak şart: Yaşadığımız yüzyılı belirleyen geçen yüzyılın fikri birikiminin bir çeşit zübdesi durumundaki bunca manifestoya bir arada muhatap kalmak, tıpkı Cioran okumak gibi. İnsanı derinden sarsan, doğru bildiklerini yeniden sorgulatmak zorunda bırakan gün yüzü görmemiş tespitlerini sanatkârane bir tarzda ifade etmenin üstadı Cioran, her ne kadar başlangıçta muhatabını kökten sarssa bile çok geçmeden etkileyici bir tarzda ifade edilmiş onca yüklü (ve menfi) cümlenin yan yana gelmesi okurda bir ezilme hissi doğurmakta. Manifesto’yu izlemek de benzeri bir ezilmişliği beraberinde getirebilir. Hele içinde yaşadığınız toplumun, bir zamanlarki ihtişamıyla şimdilerdeki sefaletine esef etmekten yorulmamışsanız.

Öyle ya Cumhuriyet dönemimizde numunelik bir manifestomuz bile yok; farkında mısınız? Varsa-yoksa beheri çoktan Avrupa’nın çöplüğünü boylamış bi’ altı ok; bu saatten sonra ne manâya gelecek, kimin işine yarayacaksa? Çünkü manifesto, dünyaya bakışı yansıtan; eşyayı, olayları, olguları, çevreyi, kişileri, kuramları, insanı ve Tanrı’yı anlamlandırmayı sanatkârane bir tarzda dile getiren, felsefenin kuruluğundan uzak, sanatın yaratıcı kucaklayıcılığında bir meydan okuma.

Daha acısını da vurgulamak makamındayım: Böyle bir mum yakma gayreti görmekte misiniz etrafınızda?

Slogan demedik efendim. Cümle değil, ‘cümle’yi kuşatan cümleler öbeği… Temel güdüleri kışkırtmanın ötesine geçebilecek yaratıcı ve aynı zamanda tahrik edici fikir yumağı…

Zaten slogan arabesk zihnin bir ürünü değil mi? Bu yüzden böylesine revaçta bizde.

Elzem bir şeyin eksiğini kabullenmek az iş değildir.