Bugünden bakınca inanılması imkânsıza yakın bir tablo yaşanmaktaydı 70’li yıllarda ülkemizde. Gençlerimizin yarısı, olanca gayretlerini öbür yarıyı ortadan kaldırmaya adamaktaydı. Daha inanılmazı, her iki taraf da aynı şeyi hedeflemekteydi: vatanı kurtarmak! Bazı Fellini filmlerini aratmayacak bir garabet, evet; yahut Ionesco oyunlarının absürditesini. Ne ki o dönemdeki gerçekliğimiz, kurmacanın ulaşabileceği en uç tuhaflığa baskın bir saçmalıktaydı. Tekraren: bugünden bakınca.
Niçin acaba? Haydi bilemedin bir insan, iki insan (Bilimsel bir ifadeyle söyleyelim) kafayı yedi ve böyle bir deliliğe sıvandı diyelim. İyi de 35-40 milyon, nasıl bir toplu deliliğe maruz kalmış sayılabilir?
İster erkek olsun, ister kadın, yüce bilim adamlarımız bu konuda hangi ahkâmı kesmeye yeltenirlerse yeltensinler, ucundan-bucağından o dönemi teneffüs etmiş, hatta kısmen de yaşamış biri hüviyetiyle benim kanaatim şu minvalde: Kızıyla, erkeğiyle 20’li yaşlardaki her çağdaş insan, dünyayı kurtarmaya adar kendini; özellikle bizim gibi toplumlarda böyle bu. Bu tespitin yegâne orijinal yönü “bizim gibi toplumlarda” ibaresinin altında saklı. Bu tespitteki bir başka sır da ‘adama’ tabirinde… O da ayrı bir mesele.
Bu dünyayı kurtarma, daha doğrusu insanları kurtarma takıntısı nereden kaynaklanmakta acaba?
Galiba ilkin şu hususu hatırlayalım:
İnsanın üç meselesi vardır: kendini tanıması, çevresin(dekiler)i tanıması ve Tanrı’sını tanıması…
Bu üç kabulün içeriği ve özellikle modern dönemden itibaren de bu kabullerin birbiriyle ilişkileri, ilişkiler arasındaki öğelerin birbiriyle çelişme veya çatışma konumları, kişinin bu durumda bu sorunlara karşı aldığı tavrı, o kişiyi öbürlerinden ayıran niteliği. Çünkü “Sen kimsin?” sorusu, ilginç bir biçimde şu iki soruyu da bil kuvve içerir: “(Sana göre) ben kimim ve Tanrın kimdir?
Bu soruların cevapları ve bu cevapların arasındaki ahenk, kişiyi kendisi kılmakta. Yani o biricik sorunun, “Ben kimim?” sorusunun sonsuz karşılıklarının kombinasyonu…
Demek ki insanın en temel sorunu, kendi mahiyetini araması…
Toplumu Adam Etme Arzusu
Belki çok eski zamanlara dayanan bu insani takıntının yine de moderniteyle birlikte harlandığını teslim etmek durumundayız. Başta dar anlamda etrafımız(dakiler) olmak kaydıyla olanca kuşatıcılığıyla çevremizi değiştirmek isteriz. Belli bir yere kadar makul sayılabilecek, kendi arzusu doğrultusunda çevresini kendi zevkine göre yeniden ve tasarladığı şekliyle inşa etmek talebinden elbette farklı bir şey, bu sözünü etmek istediğim. Belki şöyle ayırabiliriz bu ikisini: İlkinde kişinin bir aşamada bu beklentisini doyuma ulaştırmasını umabiliriz. Ama ikinci durumda, çevreyi değiştirme tutkusu biteviyedir; bir saplantı misali. Üstelik sâridir de. Para sahibi olmakla cimrilik illeti doğrultusunda habire para toplamak arasındaki fark gibi. Hangi aşamada bu talebin meşruiyetini kaybettiği başka bir derin mesele.
Benim dikkatinizi çekmek istediğim husus, belli bir aşamadan sonra, kişinin çevresine kendi mührünü vurma şeklinde özetlenebilecek bu insani talebinin yerini, hızla çevrenin verili hâlinden memnuniyetsizliğe bırakabileceği tehlikesi. Evet, yaratılandan memnuniyetsizlik üzerinden Tanrı’ya meydan okuma… Hatta insanın yaşayabileceği dünyayı Tanrı’dan daha iyi teşkil edebileceği gizli kabulü…
“Ben Kimim?”
İnsanın insanlığı kadar eski meselesi, kendi mahiyeti… Her bireyin, en azından çocukluk döneminde yahut kimilerinde gençlik yıllarında da bir biçimde kendisine sormadan edemediği “Ben neyim?” sorusu, yani insanın kendini tanıma isteği, onun hem Kızılelma tarzındaki en büyük ideali, hem de en temel yabancılaşma ‘efekti’; kendi elleriyle inşa ettiği.
İşte bu toplumu değiştirme takıntısı da insanın bu en temel meselesine verilmiş yanlış cevapları örtmek için bir hamle midir acaba? Yani kendisini tanımak ve elbette zamanla da hoşnut kalmadığı yönlerini adım adım değiştirmek sorumluluğunu hisseden bir kişinin, yolun sarp yamaçlarında, bile-isteye kendisine yolunu şaşırtması… Kendisini tanıyıp değiştirmek yerine, tanıdığını sandığı ve elbette beğenmediği ötekileri değiştirmeye meyletmesi…
Peki bu sorumluluğu kişi en çok hangi döneminde hisseder? Gençlik yıllarında elbette. Hâlbuki o enerji ona kendisini tanıması, anlaması ve gerektiği gibi değiştirmesi için verilmişken o bunu layığınca yapamayacağını hissettiğinde çareyi, kutsalmış gibi görünen bir başka hile yoluna başvurmakta arıyor: kendisini değil, çevresini değiştirmek.
Bu daha kolay üstelik. Örneğin günümüzde yazılar yazarsınız, konuşmalar yaparsınız; sizin gibi düşünenleri bulur ve ortaklaşa zorluklara katlanarak, eksik, kusurlu, sorunlu gördüğünüz yönleri düzeltmek uğruna gençliğinizi harcarsınız. Fakat şurasını da unutmamak gerekiyor. Bu hile her zaman anarşist dürtülerle devleti adam etmek şeklinde veya bütün insanların eşitlik içerisinde yaşayacağı bir dünya cennetin hayalini kurmak kılığında bir gerçekliğe kavuşma yolunu tutmaz. Kimileyin dini kisvelere de bürünebilir. İnsanın kendisini tanıması ve icap ettiği kadar kendisini değiştirmesi için ona bahşedilen imkânı heba ederek başkalarını değiştirme arzusunun en tehlikeli tezahürü de zaten bu değil midir?
Yazının başında “bizim gibi toplumlarda” demiştim hani. “Farkı ne bizim gibi toplumların?” sorusuna kısa bir cevap aramanın vakti geldi. Klâsik toplumlar bireylerinin eline, insanın üç temel meselesine dair şu veya bu oranda tutarlı bir reçete tutuşturur. Çoğunlukla da kişi bu formülle bir ömür işini hâlleder. (Yahut hâllettiğini zanneder.) Gerçek manâsıyla modern toplumlarsa bu üç temel meselenin hangi pozitivist yöntemlerle nasıl bastırılacağını genç bireylerine öğretir. (Bu bastırmanın ortaya çıkardığı manevi buhran ayrı mesele…) Ne ki bizim gibi arada kalmış toplumların işi fena. Ne o geleneksel formüller işe yaramakta bizde, ne de çağdaş çözümler. O yüzden de en çok idealist bizim gibi toplumlardan çıkmakta. Çakma idealist elbette.