Dost bir muhalif: Âkif Emre

Merhum Âkif Emre eşi-menendi bulunamayacak bir insandı.

Cumhuriyet dönemi Türk aydınının, önüne gelen neredeyse herkes için bu cümleyi kurmaktan çekinmeyeceğinin farkına varmış birisi hüviyetiyle ne diye böyle basmakalıp bir cümle kurarak başlıyorum yazıma öyleyse? “Ölülerinizi hayırla yâdediniz.” ilkesini bir çeşit nekrofiliye taşımayı becermiş bir toplumda bu cümlenin nasıl anlaşılacağını ayırt edemediğim için mi böyle söylüyorum?

Değil elbette. Öyleyse meramımı izah makamındayım.

Bugünlerde Cumhuriyet Tarihi boyunca görülmemiş bir miktarda ahali ikiye bölünmüş durumda: İktidarı kayıtsız-şartsız tasvip edenler ile iktidarı kayıtsız-şartsız tenkit edenler. Şu ân için sebebini kurcalamayı bir kenara bırakıp tespitle yetinelim.

Hakkın yahut batılın yanında yeralma yahut karşısına dikilme tarzındaki dualiteye endekslenmiş bakış açısının getireceği açmazları dışladığımızda farkedeceğimiz ilk husus şu: Kimsecikler, bu ikiye bölünmüş vikontlukta niçin o seçtiği konumda bulunduğunun hesabını vermek gibi bir sorumluluk taşıdığının ayırdına varmış değil. Tersine beheri, ya yapılan bazı iyi şeyleri beğendiği için hükûmetin bütün yapıp-ettiklerini sorgulamaya ihtiyaç hissetmeden iyi sanan cenahta yeralmakta yahut bu bakışın tam karşısında, hükûmetin bazı yanlış uygulamaları yüzünden bütün yapıp-edilenlerin felâket doğurduğuna inanmak isteyenlerle saf tutmuş durumda. Bir tarafta hükûmetin en hayırlı icraatına bile çamur atmaktan çekinmeyenler güruhu, öbür yanda ise hükûmetin içerisinde en azından birilerinin hata işleyebileceğini unutmak isteyenler güruhu… Ve her iki taraf da ötekini, körlükle, cahillikle, ahmaklıkla itham etmekte.

Şimdilerde bu sacayağına bir de vatan hainliği eklendi. Elbette kahir ekseriyet için geçerli tespitler bunlar.

Aydınları temsil eden azınlığın durumu nasıl peki? Belki daha da fena: Hangi tarafa meylettiğinde daha çok, ne miktarda ‘like’ toplayacağının hesabını güden, dolayısıyla bu iki saftan hangisinde yeralırsa alsın, ahalinin nefsini kurtarmak için yaptığı tercihten bile hesapçı, hatta daha küçük hesapçı bir tavra gömülmüş durumdalar.

Gerek destekçi ve gerekse muhalif her iki kesimin de şaşırtıcı bir ortak paydası var: düşmanlık! Düşmanlık beslenen durumlar, kişiler, kavramlar, olgular, kurumlar farketse bile bu iki öbeği merkezden belirleyen tahassüs bu.

Bir de sayıları bir elin parmağı kadar başka bir öbek: dost muhalif.

İşte Âkif Emre’yi farklı kılan hususu bu noktada aramak gerekir bence.

Bu zamanda hem muhalif kalacaksınız hem de dost… İşte bu, zannedildiği kadar kolay kazanılacak bir haslet değil. Öyle olsaydı selâtin camilerinde sabah namazı için saf tutanların sayısına olsun ulaşabilirdi Âkif Emre’nin safdaşları.

Türkiye’de yaşayan bütün herkes için 80’ler niçin böyle mühim acaba? Ahım-şahım bir darbe, temeli bozuk gidişata dur dediği ve akabinde de, darbecilerin bizzat ifadesiyle “bir sağdan, bir soldan” insanımız katledildiği için mi? Yoksa ardından gelen dönem açısından mı böylesine mühim? Gerektiğinde İslâmcı argümanlara başvurmaktan çekinmeyen, sahiden de çevresinde liberal, solcu, sağcı, İslâmcı birçok ismi toplayabilen, muhafazakâr soslu Amerikancı sağcılığın banisi ‘rahmetli Özal’ dönemi bakımından mı mühim 80’ler?

O dönemin birçok alâmeti farikası var ama mevzumuz gereği en öne çıkanı, mevcut yelpazedeki herhangi bir partide yeralan bir ismin, hiç yadırganmaksızın, rakibi partilerden birine geçebilmesi, oradan da bir başkasına gidebilmesi… Yani hiç hesap vermeden gelişerek değişenler güruhu. Daha doğrusu, gelişerek değişmenin meşruiyet kazanması dönemi.

Bu durum elbette bütünüyle faydadan ari değildi: Böylelikle siyaseti fikirle, davayla, ilkeyle, inanmışlıkla ve hatta adanmışlıkla irtibatlandırmaktan vazgeçmemiz gerektiğinin farkına vardık. Siyaset, mesleklerden bir meslekti sadece. Dileyene ölçüsüz imkân, güç, kudret ve elbette para kazandıran bir meslek…

O yüzden de bir siyasetçi, siyaset mesleğinin yukarıda saydığım hakiki müsebbiplerinden birini yahut birkaçını bulacağını düşündüğü herhangi bir partide, çevrede, öbekte, klikte arama imkânına bihakkın sahipti. Ve bu durum, artık yadırganmaktan çıkmıştı.

Şimdilerde bir partiden öbürüne geçmekte emir-komuta mekanizması bile icat edildi; malûm.

Yalnızca siyasetçiler için mi geçerli bu söylediğim? Ne gezer! Siyasete yön verdiklerine inanılan uzmanlar, danışmanlar ve erbabı matbuat nev’inden zevat için de fazlasıyla geçerli bu durum.

Değişmek, zamanın ruhunun mecburiyeti âddedilmekte. Hâlbuki bilseler, yeryüzünde değişmeyen tek şey, -iddia edildiğinin zıddına- değişim değil, değişmemek… Sübutiyet…

Öte yandan insanın yaşı, bilgi birikimi, deneyimi, imkânı, bakış açısı değiştikçe düşünceleri de elbette değişebilir. Hatta değişmeli de. Peki ya ilkeleri? Kişiyi kendisi yaptığına inandığı kabulleri? Düşünceler değiştikçe onlar da değişmek zorunda mı? Hem unutmamak gerekir ki düşünce dediğimiz şey bir sonuçtur. O yüzden de -Zannettiğimizin tersine, pek de mühim değildir.- sonuçtan daha mühimi süreçtir; düşünme süreci. İnsanın düşünme sürecini de inançları, ilkeleri, vazgeçilmezleri, umdeleri ve sübutiyetleri belirler. Düşüncelerin zıddına düşünme mekanizmasının değişmesi, insanın kişiliksizleşmesi anlamına gelir.

Belli bir merkez edinip o merkezden muhite baktıkça gördüklerini tespit eden ve bu tespitlere dair zamanla farklılaşan değerlendirmelerde bulunan insan tipi nerede, hiç hesapsız, bir ânda ışınlanırcasına bir orada, bir burada bulunma hâli nerede? Bildiğimiz kadarıyla Batılı teknik adamlar henüz ışınlanmayı icat edemedi ama Türk siyasetçisi çoktan ahlâki ışınlanmanın sırrını çözmüş görünüyor.

‘Gelişerek değiştim’ iddiasında gözden kaçan bir başka gizli kabul var: “Ben aslında eski düşüncelerimle gelişmemiş biriydim. Şimdi ise değiştiğim için gelişmiş durumdayım.” İyi de adama sormazlar mı “Hangi gelişmemişlik aşamasından nasıl bir değişimle buralara geldin? Buradan daha başka bir gelişerek değişme aşamasına geçmeyeceğin ne malûm? Hem burada değişmeden kaldığında -kendi hesabına göre- gelişimini engellemiş, durdurmuş sayılmıyor musun?

Kendi soruma kendim cevap vereyim: Sormazlar.

Yeter ki gelişelim, yeter ki değişelim.

İşte Âkif Emre yazı hayatına başladığı ilk günden itibaren, savunduğu bakış açısını hiç değiştirmediği için eşi-menendi işaret edilemeyecek bir isim. Düşüncelerinde değişiklik gözlense bile ilkeleri değişmeyen, aynı konuda bugün öyle, yarın böyle, ertesi gün de şöyle yazmayan biri. Duruş sahibi, ilkeleri belli, yaklaşımı tahmin edilebilir, yine de daha önceden birkaç kez yazdığı bir konuda bile ne yazacağı her daim merak konusu ender bir erbabı kalem.

Bence ülkemizin her daim dost bir muhalife ne de ihtiyacı var. İçeriden bakan ve gördüğü eksiklikleri, kusurları hakkaniyetle işaret eden dost bir sese. Âkif Emre’ye yani. Yahut onun bakış açısını, duruşunu ve fikir ahlâkını tevarüs edecek bir gence!