Diriliş/The Revenant dendiğinde ağız birliği etmişçesine herkes Leonardo DiCaprio’nun filme ne kadar yakıştığından, zaten ne kadar yakışıklı olduğundan dem vursun, filmin benim gözümdeki kahramanı ne DiCaprio’dur, ne de popüler Hollywood ürünlerine sahiden yeni bir tat, başka bir koku katmayı başaran Inarritu. Elbette bu oranda gerçekçilik ve inandırıcılık için stüdyo yerine doğanın bizzat kendisini seçen kişiyi, yönetmeni gözardı etmiyorum. Demem o ki, ya yönetmenin bu kan donduran serinlikteki tercihinin hakkı verilemeseydi?
İşte bu yüzden Diriliş’te adı en önce anılası kişisi görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezky. National Geographic’in aşırı mühendislik ürünü mükemmel görüntüleriyle örülü belgesellerinde ancak görebileceğimiz bir görsellik filmin en dikkat çekici yönü çünkü. Herşeyden önce o harika görüntülerin içinde yüzmenin estetik hazzı sarmalıyor sizi ilkin. Ve filmin sonuna değin, filmdeki kişiler gibi sıcak salondaki rahat koltuğa rağmen üşümeye devam ediyorsunuz.
Diriliş, etrafında koparılan fırtınaya inat içi çok da iyi doldurulamamış filmlerden biri. Çünkü Diriliş, içerisinde büyük meselelerin yeraldığı, bilgilerinizi sorgulatacak denli düşündüren yahut size kendinizi sorgulatacak kıvamda derin şeyler hissettiren yapımlardan biri değil. Olması da gerekmiyor. Her filmden bu tür etkiler beklemek ne kadar doğru? Fakat çerezlik de değil. Keyifle izlenen, kahramanın üzerinden insana bir kez daha tanıklık ettiren, Inarritu sinemasının standartlarının altına düşse de çarpıcı gerçeklik hissiyle izleyeni büyüleyen bir yapım.
Başka bir western
Diriliş aslen bir western. Ama içinde kovboyların cirit attığı bir kasabada geçmiyor olaylar. Kovboylar salonda oturmuyor, sallapati otel odaklarında konaklamıyor. 1800’lerin Amerikası’nın doğal ortamında, tabiatın koynunda geçiyor olaylar. Bir öbek kürk avcısına izcilik eden efsanevi Hugh Glass ve Kızılderili melezi oğlu üzerinden ilerleyen filmde insanın hemcinsiyle ilişkisinden çok, insanın doğayla ilişkisi ele alınıyor aslında.
Daha filmin giriş sahnelerinde bir Kızılderili kabilesi saldırır ekibimize. Avcılar epeyce kayıp verir. Ekip içinde huzursuzluk ve görüş ayrılıkları başgösterir. Kayıklarını terketmek ve karadan ilerleyip izlerini kaybettirmeyi ummak durumundadırlar. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak kabilinden rehber Glass bir ayının saldırısına uğrar. Ağır yaralanır. Herkes için yolculuk daha da zorlaşmıştır.
Ortada basit bir hikâye var. Bu doğru. Belki biraz da klişe. Ne ki tarihi gerçeklere dayandığı iddia edilen bu basit hikâyenin, kendisinden çok izleyicisine hissettirdiği ilginç: Filmde yaşananları deneyimleme.
Üstelik doğanın göbeğinde, kışın ortasında 10 kişilik bir avcı gurubunun yaşadığı hayatta kalma hikâyesi öyle yabana atılacak cinsten bir deneyim değil. Bir de enselerinde boza pişiren Kızılderili savaşçıları varken üstelik.
Doğanın kucağında ölüm
Yavrularını korumak isteyen bir ayının saldırısına uğrayan ve ağır yaralanan rehber Glass’ın başucunda ölene kadar beklemek için ekibin en mızmızı, rehberin melez oğlu ve oğlunun yaşında bir çocuk kalmıştır. Ölüm nöbeti tutarlar adeta.
Bu aşamadan sonra film ikiye bölünür. Ağırlıklı olarak rehberin başından geçenleri izleriz elbette ama öte yandan, hikâyenin tamamlayıcı unsuru niteliğindeki avcı ekibinin yaşadıklarını da takip ederiz.
Diriliş, ismiyle müsemma bir film. Ölen, ölmesi gereken, ölüme terkedilen bir insanın, vahşi doğada kış ormanının ortasında yaşamak için sarfettiği gayret… Bu gayreti izleyenin, gayreti gösterenle kurmadan edemediği özdeşleşme dürtüsü… Bir de şu meşhur intikam hissi.
Bir insanın en temel güdüsü durumundaki hayatta kalma arzusunu son derece gerçekçi ve hiçbir abartıya kaçmadan etkileyici bir biçimde anlatmayı başaran Diriliş, bu hissi izleyicisine aşılıyor da. Küçük ama sarsıcı ayrıntılar eşliğinde hem de. Glass’ın melez oğluna tavsiyesi örneğin: “Beyazların yanında görünmez olacaksın; duyulmaz olacaksın. Ve öyle de kalacaksın.*
Henüz yeniyetme çağındaki Kızılderili melezi çocuğun gözünden dünyaya bakmak, nasıl bir ıstırap.
O yüzden bu film önemli. Hollywood sinemasının maharetle altından kalktığı, kalıplaşmış bir hikâyeyi karakter ve yan karakterlerin ilişkisi üzerinden anlatma becerisini aşıp, izleyicisini koltuğundan çekip olayın geçtiği âna sürüklediği için.
…
Pop müziğimiz Yoldaş’sız
Ergüder Yoldaş’ı kaybettik. Istırap verici imtihanının teferruatını kaç gündür basından izliyorsunuz. Değişik açılardan bakıldığında Ergüder Yoldaş’ın farklı insanlara söyleyeceği nice başka şeyler barındıran sıradışı bir hikâyesi var. Garip yaşadı, garip öldü. Hikâyesinin özeti bu.
Birkaç ayrıntıya bakalım:
Para-pul, şan-şöhret, izzet-ikram… Sahip olmayanların gizli inancının tersine, bunlara sahip olmadan da bir insan pekâla keyifli bir hayat sürebilir bu dünyada. Ne ki bu çeşit dünyalıklara sahipseniz; çok değişik vesilelerle ayağınızın altındaki halı çekiliverse birden, hâliniz nice olur? Sahip olunmak istenen ama sahip olunmadan da yaşanabilecek dünyalıklara tepe-tepe sahip olduktan sonra birdenbire mahrum kalmak. İşte asıl felâket bu. Sahip olunmayanın yokluğu değil, sahipken yitirilmenin mahrumiyeti…
Hak bildiğin yolda ilerlemek
Ergüder Yoldaş’ın mahareti de, bitimsiz hüznünün sebebi de aynıydı: yerli olaya çalışmak.
Gerçi Anadolu Rock/Anadolu Pop hareketiyle türkülerden hareketle pop müziğe başka bir soluk getirme gayreti devam ediyordu ama Ergüder Yoldaş bir adım daha ileri gitmiş ve pop müziğimize, eğitimli Türk’ün ürettiği müziği eklemlemeyi denemişti.
Ne oranda başarılıydı? Bir tek şaheseri yeter: Sultan-ı Yegâh.
Sonra hastalandı. İnsan bu; düşer. Büyükada’da, bizim sefaletle itham edeceğimiz bir hayat yaşamaya başladı. Tam da büyük damar yakalanmışken gelen böylesi bir durum. Nasip meselesi…
Gelgelelim, nasibin ötesine…
Necip Türk basını Ergüder Yoldaş’ın hastalanmasının ve adada naylon kulübede yaşamasının faturasını karısı Nur Yoldaş’a keser. Hâlbuki sanatçıya kulak verdiğimizde hakiki müsebbibin başka olduğunu görürüz: piyasa! Besteci defaatle vurgulamıştır bu hususu birçok söyleşisinde: “Piyasa bana iş vermiyordu.”
Ruh incinirse
Buraya bir mim lütfen.
Nur Yoldaş, oğlu, aile fertleri… Kim ısrar ederse etsin Ergüder Yoldaş adasını bütünüyle terketmez. Ruh incinirse inziva mukadderdir çünkü. Kimileyin ayrılır, bir düzene girer gibileşir ama bir türlü tam dikiş tutmaz. Adaya düşen, adada kalır derler.
Aydınımız da tıpkı basınımız gibi Ergüder Yoldaş’ı kendi karanlığına gömer.
Deha çapında bir zekâ, parmak ısırtacak bir müzikal yetenek harap olur. Zaman zaman necip Türk basını, magazin malzemesi tükenmeye yüz tuttuğunda hatırlar Ergüder Yoldaş’ı. Birkaç kere de rahatsız edilir bu müstesna münzevi. Ve ardından elbette hızla ademe mahkûm edilir. Unutmanın o en vahşi kuyusuna terkedilir. Günahı büyüktür çünkü: Altı okun müzikal yasağını çiğnemek.
Son yolculuğunda da yalnızdır.
Ve ölümünün ardından yakılan mersiyeler…
Refik Halid’in muzırlığı
Tam bu “Kör ölür; badem gözlü olur.” sahteciliğinde Refik Halid’i hatırlamamak imkânsız.
Vatana ihanet iddiasıyla 150’likler kontenjanından Halep’e sürülen Refik Halid Karay, orada eski dostlarının vefasızlığını ve yeni Türk entelijensiyasında gittikçe artan mürailiğini yüzüne vurmak için bir tertibe girişir. Kökünden koparılan insanımızın, o insanımıza yön verme konumundaki düşünce, edebiyat, sanat camiasının ne denli yozlaştığını göstermek amacıyla İstanbul’daki gazetelere bir ilân verir. “Sürgündeki gazeteci, romancı, muharrir Refik Halid Halep’te vefat etmiştir” anlamında bir ölüm ilânı. Zamanında hakkında demediğini bırakmayan, olmadık kötülüğü işleyen ne kadar düşmanı, rakibi, çekemezi gazeteci, yazar varsa bu ilâna inanıp hep bir ağızdan “Refik Halid şöyle büyük adamdı; böyle büyük yazardı.” diye günlerce yazsın, çizsin diye beklemiş, beheri gösterisini sergiledikten sonra ardından hepsinin suratına ikiyüzlülüklerini haykırmıştı.
Ergüder Yoldaş olayı üzerinden bir kere daha gördük ki aradan geçen zamana rağmen Türk basını hiç değişmemiş. Önemli işler yapan kişilere yaşarken kör, sağır, dilsiz olacaksın; öldüklerinde de yere-göğe sığdıramayacaksın.
Üç gün sonra tekrar yoketmek kaydıyla elbette.
***
Ergüder Yoldaş niçin önemli?
Besteci, düzenlemeci, müzik araştırmacısı… Tiyatro yöneticisi.
Bütün bu işleri yaptığı için mi önemli Ergüder Yoldaş? Değil! Ergüder Yoldaş’ı önemli kılan, denediği yasak bileşime cesaret etmesi ve bu denemesinde üstün bir başarı göstermesi: Ne idüğü belirsiz, köksüz, zevksiz, inceliksiz, kof ve yabancı, üstelik devlet eliyle beslenip büyütülen Türk Pop Müziği’ne, Klasik Türk Müziği’nin ezgi ve makam anlayışından tatlar, kokular ve tınılar aşılamak. Ergüder Yoldaş’ın yaptığı bu. Dönemin şartları hesaba katıldığında bu yerli duruşu takdir etmemek imkânsızlaşır.
Şöhretinizin zirvesindesiniz. Çevreniz, meslektaşlarınız alenen, içinde yaşadığınız kültür atmosferini perdenin arkasından maharetle yöneten devletiniz size örtük bir biçimde ama ısrarla başka şeyler fısıldadığı hâlde siz görmezden gelinmesi gerekeni, maziyi, mazinin zevk ifadesini; dünyadan bütünüyle dışlanan, kendi içine hapsedilen, soysuzlaştırılmaya çalışılan kalabalıkların en önemli meşgalesinin, pop müziğin içine dercediyorsunuz.
Burası çok önemli.
Şundan:
Sanayi Devrimi’nden itibaren üretilen bilgide, düşüncede ve sanatta müslümanlar adım adım saha dışında bırakıldı. Vakti zamanı geldiğinde de ümmetin temsilcisi Osmanlı, insanlık tarihinde görülmemiş vahşi hile ve desiselerle tarih sahnesinin dışına itildi.
Türkler, dünyanın büyük güçlerinin ittifakıyla kurulu bu komploya direnirken elbette gerileyecekti. Fakat üçyüz yıllık bu zaman zarfırda, tarihten kazınmaya çalışılırken bile hâlâ Türkler’in sözünü dünya çapında söylemeye devam edebildiği üç alan var: Şiir, mimari ve elbette müzik.
O güne değin tarihin cereyan ettiği Eski Dünya’nın dışında kalan ve birbirini boğazlamakla meşgul kavimler; bilimde, sanatta ve felsefede çalışmalarını ziyadesiyle çoğaltmış, özellikle de teknikte dev adımlarıyla koşmaya başlamıştı.
Bir yanda Bach, Beethoven ve bu geleneği sarstığı hâlde Schoenberg.
Öbür yanda Itri ile başlayan ve Selâhattin Pınar’da biten müzik anlayışı.
Bunlar, insanlığın ürettiği onca müzik arasında sistematiklik bakımından öbürlerinin arasından sıyrılan iki yegâne örnek. Bu iki müzikten biri, siyaseten öbürünü yendiği için sanatta da yenmiş sayıldı. Ve bu müziği üretenlerin torunları tarafından, kendi öz vatanındaki radyolarda yasaklandı. Eğitimi sekteye uğratıldı. Bu müziği ortaya çıkaran ruh dünyası çoktan yağmalanmıştı bile.
İşte Ergüder Yoldaş tam da burada devreye giriyor. Yokedilen bir müzik anlayışının kırıntılarını tekrar günyüzüne çıkarma cesareti göstererek… Hem de kitle müziğinde.
Devlet zoruyla yürürlüğe yeni sokulan kökü dışarda müziğe yerli aşı yapmayı düşünen başka isimler yok muydu? Vardı elbette. En başta Ferit Alnar ve Yalçın Tura’nın isimlerini anmak gerek. Fakat bu tür isimler, Türk Müziği ile Batı Müziği arasında sahici bağlar kurmaya çalışırken Ergüder Yoldaş, benzer işi pop müzikte yapmaya çalışmıştı. Baş